Yazar öğretici olmalı mı?…

Bir Sokağın Hikayesi. Aydoğan Yavaşlı, Bulut Yayınları, 2001, 80 sayfa.

Kentlerden bir kent… O kentin onlarca semtlerinden biri… Bir sokak… Yan yana evler, dükkanlar birbirine karışan sesler… Aydoğan Yavaşlı bir mahalleyi ve bu mahalleyi oluşturan insanları ‘olduğu gibi’ anlatıyor. Bir şeyleri olduğu gibi anlatmak, yaşananları, her günkü yaşamın ayrıntılarını aynen aktarmak bize ‘edebiyatı’ verir mi?

Bu biraz da anlatıcıya bağlı… Alphonse Daudet’nin ‘Değirmenimden Mektuplar’ı da aslında yazarın hayatından olağan bir kesit tarzında yazılmıştır ve öyledir de. Ama okurken biz zaten her gün yaşadığımız ve kanıksadığımız sıradan olayların birbiri ardınca sıralanışını değil, yaşanan bu sıradanlıkların yazarca (ya da yazarın kahramanlarınca) yorumlanışını izleriz. Örneğin ‘Kasap Hakkı’nın fazlaca takıp takıştıran ve bu yüzden de sarkıntılığa maruz kalan Gülay’a kızarak, “Sen de takıp takıştırma!” demesi bizzat kitabın kahramanları tarafından eleştiri konusu yapılarak yorumlanıyor da. ‘Bir şeyler söyleme’ çabası zaman zaman ağır basıp da ‘bir şeyler anlatma’nın önüne geçse de ilkgençlik çağı çocuklarının hızla okuyabilecekleri türden bir roman. Bu ikili yapı, artık yetişkin olmaya adım atmış sayılabilecek ilkgençlik çağı okurları için çok yadırgatıcı olmayabilir, yani bu yaş çocuklarına (gençlerine) edebi bir metin formunda sunulmuş tartışma metinleri (hatta bazen vaazlar bile) çok batıcı olmayabiliyor.

Eğlenirken öğrenmek

Çünkü bu yaş çocukları çevrelerine biraz daha sosyalleşmiş bakma çabasına giriyorlar ve yetişkinler dünyasının tartışmalarına katılmaktan, o konularda birkaç söz etmekten hoşlanıyorlar, hatta bundan gurur duyuyorlar. Bu nedenle, yazarın romanın ortasında anlatıcılığı bırakıp şu veya bu düşüncenin sözcülüğüne soyunması sorun olmuyor.

Ancak aynı tutumun daha küçük yaş çocukların okur olduğu durumlarda sürdürülmesi aynı sonucu vermiyor. Küçük çocuklar henüz hayata ‘fikirler ve görüşler’ bağlamından bakmıyor. (Bazı ilkokul çocuklarının 23 Nisan kutlamalarında oturdukları vali, kaymakam, başbakan veya cumhurbaşkanı koltuklarından verdikleri ‘büyüksü demeçler’ sizi yanıltmasın.) Bu çocuklar hayata ‘fikirler ve görüşler’ bağlamından değil, yalnız ve yalnız ‘kendi çıkarları ve eğlenceleri’ bağlamından bakarlar. Bu nedenle de ilkgençlik çağı çocuklarının kitaplarında olabilecek ve yazarın da katıldığı bir tartışma platformu onlara çekici gelmez. Onlar eğlenmek ister. Oyuncaklar veya kitaplar fark etmez; onlar eğlence aracıdırlar. Peki eğlenirken öğrenmezler mi? Ya da yazar bu çocuklara bir şey öğretmeye çalışmamalı mıdır?

Bu tümüyle apayrı bir konudur. Bu yaş çocukları size çiçekleri koparmanın sakıncalarını ve çevreyi korumanın önemini büyüklerden öğrendikleri cümlelerle etkileyici bir biçimde anlatıp sizi şaşırtabilirler, ama aynı çocuklarla eğlenceli bir oyunu çiçeklerin üstünde tepinerek oynayabilirsiniz ve bundan hiç rahatsız olmayabilirler. İşte bu nedenle çocuklara yönelik kitaplar, hedefledikleri yaş grubunun beklenti ve kapasitelerini ‘büyüklerin olmasını istediği gibi’ değil, ‘gerçekte olduğu gibi’ kabul etmek zorundadırlar. Kendi çocukluğumuz bize çok romantik gelebilir ve bu da doğal ve güzeldir, ama genel bir kategori olarak ‘çocuklar’ romantizmin değil, içinde yaşadığımız gerçeklerin türevleri (veya elemanları) olarak algılanmalı, onlara yazarken de, yetişkinlere yazmaktan çok daha farklı ve daha alt düzeyde bir yazarlık yeteneğinin yetebileceği sanılmamalıdır.

Yavaşlı’nın ‘Bir Sokağın Hikayesi’ hedeflediği yaşa uygun, örneğin bir sınıfta veya arkadaş grubunda sorgulanıp tartışılabilecek konuları, tartışmaya özendirir bir biçimde işliyor.