Kanarya’nın ilk ilkokulu yapıldığında ikinci sınıftaydım. Birinci sınıfta okulumuz yoktu. Bu nedenle birinci sınıfın bir bölümünü Küçükçekmece İlkokulu’nun bahçesindeki barakada, bir bölümünü de Kanarya’daki kahvehanede okumuştuk.
Kanarya ilkokulu yapıldı, ama sanılanın tersine hemen çevresini kitapçılar, kırtasiyeciler almadı. Kitap, yalnızca “Binbir Çeşit Tuhafiye”de satıldı uzun bir süre. Bugünkü çocukların sahip olabildiği televizyon, bilgisayar, şu bu yok. Bir çocuğun öğrenme güdüsünü doyurmak için yalnız ve yalnız işte bu Binbir Çeşit Tuhafiye’nin bir raf dolusu kitabı ne kadar yeterli olabilirdi? Her gün gidip, “İhsan Amca, yeni kitap geldi mi?” sorusuna bezgince gülümseyen İhsan Amca ne yapsın?
Oradan satın aldığım kitapları birkaç kez okudum. En çok da Jules Verne’ler… Bir de ‘İki Çocuğun Devrialemi’ (Jean de la Hire) Bir gün, (kim olduğunu hatırlamayı ne kadar isterdim) biri bana kütüphaneden söz etti. Küçükçekmece’de bir kütüphane varmış!
O zamanlar hepsinin adını bildiğim kır çiçekleriyle kaplı tepelerden yürüye yürüye Küçükçekmece’ye ulaştım, Kütüphaneyi buldum. Yarı açık kapıyı ittim. Kütüphaneci genç bir kız olmalıydı, ya da belleğim öylesini uygun buluyor olabilir, ama erkek olmadığından eminim.
“Hoş geldin!” dedi. “Hoş bulduk.” “Ne istiyorsun?” Ne isteyebilirdim? Bir duvar dolusu raf. Büyülenmiştim.
“Ne istiyorsun?” sorusu bir kez daha yankılandı beynimde. “Kitap!” dedim kısık bir sesle. Ne isteyebilirdim ki? “Hangi kitap?” dedi kütüphaneci.
Hangi kitap? Hangi kitap? Upuzun bir yol katedip gelmiştim ve kendimi birden o masallardaki, hani sihirli sözü hatırlayıp söylemeniz gereken bir an vardır ya işte tam öyle bir anda kekelerken buldum. Prensesi kurtarmak, ya da hazinenin yerini bulmak için söylenmesi gereken sihirli söz! Hangi kitap? Bir kitap ismi vermek zorunda hissediyordum kendimi. Ama ya doğru cevabı veremezsem? Ya adını verdiğim kitap orada yoksa ve kütüphaneci abla bana, “Haydi bakalım istediğin kitap yokmuş, güle güle!” derse?
Birden aklıma evde o sıralar sıkça okuduğum bir çizgiroman adı geldi: Küçük Prens! Ama Exupery’nin Küçük Prens’i değil (onu bilmiyordum bile), Peyo’nun çizdiği düpedüz bir çizgi roman. “Küçük Prens!” dedim. Belki okumadığım maceralarını bulurum diye. Kütüphaneci abla gülümsedi, “Var,” dedi ve rafa uzanıp bana Antoine de Saint Exupery’nin Küçük Prens’ini uzattı.
“Bu mu?” dedi. Kitabı elime aldım. Açtım. Evet, bunda da resimler vardı, ama asla bir çizgi roman değildi. Ne demeliydim? “Bu değil!” dersem ve başka bir kitap adı veremezsem korkusuyla yalan söylemeyi seçtim.
“Evet,” dedim ve hemen önümdeki masaya oturup okumaya başladım. “Altı yaşındayken Gerçek öyküler adlı, balta girmemiş ormanlardan söz eden bir kitapta korkunç bir resim görmüştüm. Boa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu..” Kitap bu satırlarla başlıyordu ve müthiş ilginç geldi bana bir anda. Devamını okumak istedim, ama kütüphaneci ablanın sorusuyla başımı kaldırdım: “Burada mı okuyacaksın?” Şaşırdım. “Okuyamaz mıyım?” dedim. “Okuyabilirsin,” dedi. “Ama istersen eve de götürebilirsin.” “Eve mi? Kitap benim mi oldu?” “Hayır,” dedi kütüphaneci abla. “Seni üye yaparım. Okuyup geri getirirsin ve ben sana başka bir kitap veririm.” Başımı kaldırıp kitaplarla dolu rafta gezdirdim gözlerimi. Binbir Çeşit Tuhafiye’nin küçük rafından oluşturduğum kitaplığımla karşılaştırınca nasıl da muhteşemdi ve bu abla aslında bana aynen şunu söylüyordu:
“Bütün bunlar senin sayılır!”
O gün iki şey oldu. Bir, bir anda kim bilir kaç yüz tane kitabım oldu. Üstelik hiç para vermeden. İki, Küçük Prens’i tanıdım. Bu tanışma ilk tanışmaydı. Ta ki, lise yıllarında yeni baştan ve bu kez gerçekten tanışana değin de bu uzaydan gelen ve büyük büyük konuşan küçük prensin ne demek istediğini tam olarak anlamadım.