Üvey annelerin sihirli öpücüğü…

Sihirli Öpücük. Zeynep Bassa, Kültür Bakanlığı Çocuk Kitapları, 2000. 24 sayfa.

Bizler üvey annelerin kötü olduğuna ilişkin bilgilerimizi biraz Pamuk Prenses’e, biraz da rahmetli Kemalettin Tuğcu’ya borçluyuz. Konu komşu dedikodularından filancanın üvey çocuğunu aç bıraktığını duyduk. Gazetelerden üvey annenin sokağa attığı kızın ve benzeri dramatik fotoroman tiplemelerinin trajik öykülerini okuduk. Bunlar gerçek miydi? Büyük olasılıkla evet. Üstelik bugünde yaşanmadığını kimse söyleyemez. Aslında bu sosyolojinin konusu ancak, edebiyatın, çok işlediği konulardan biri.

Bu açıdan bakınca Tuğcu’ya haksızlık edildiği ortada. Tıpkı o gün bugündür var olan sokak çocukları gerçeği gibi, tıpkı yoksulluk gibi, tıpkı iyi insanlar ve kötü insanlar gibi, üveylik de bir gerçekti. Boşanmaların daha travmatik olduğu bir dönemin çocukları anne baba ayrılığını nice acılarla sindirmeye çalışırken yaşanan sancılar, şimdilerde Amerikan filmlerindeki uygar boşanma modelleriyle yetişmiş taze anne babalar için anlaşılması güç şeyler.

Böyle bir insani dramın yalnızca bir yanını vurgulamakla çok mu hatalıydı Tuğcu. Her zaman şunu söyledi: “Ben yaşadıklarımı, gözlerimle gördüklerimi yazdım hep.”

Bunu söylerken samimiydi. Çok okunuyor diye, okuyanları ağlatıyor diye onu ‘duygu sömürüsü’ yapmakla suçlamak yerine bu temaların neden ilgi gördüğünü anlamaya çalışmak, o günlerden bugünlere halen yaşanan ama bizim görmediğimiz ne çok meseleyi ortaya çıkarırdı. Ama bunu yapmak yerine bir yazarı, ‘Neden hep bu konuyu işledin?’ diye suçlamak, hatta bir ara kitaplarını okullarda yasaklamaya kadar varan bağnazlığa alkış tutmak çok daha az emek isteyen ve kolay taraftar bulan bir tutumdu.

Tuğcu artık yok. Olsaydı, bugün çocuklara acaba neler yazardı? Çocukların hangi ‘duygularını sömürürdü?’ Çok fazla şey değişmedi: Yoksullar, sokak çocukları, kötüler, hırsızlar, iyi kalpli ve azimli çocuklar, üvey anneler üvey babalar, vb. hala var. Tuğcu yaşadığı dönemde bunları görüyordu ve yazıyordu, yani edebiyat yapıyordu. (Bakın işte bunu dilediğinizce tartışırsınız.)

Peki sevgili yazarlar, bütün bunlar hakkında siz ne yazıyorsunuz? Klasik masallardaki üvey anne tiplemesinin masalın kurgusu içinde sağlam bir yere oturduğunu, hatta çocuğun bu sendromu kolay atlatmasına yardımcı olduğunu psikiyatristler keşfetti. Sizin bu sorunları işleyen, bu çetrefil konunun sosyolojisine, psikolojisine yabancı ve bihaber olmayan öyküleriniz masallarınız nerede? Bir roman yarışmasında birinciliğe oynayan romanı, “içinde ‘lan’ sözü geçiyor, maazallah okuyan bütün çocuklar ‘lan’ demeye başlar” diye reddeden iki kişiden biri sosyolog ötekinin de psikolog olduğunu bilmek bile bu bilim dallarının çocuk edebiyatının mayasındaki önemini azaltmamalı.

Zeynep Bassa’nın ‘Sihirli Öpücük’ adlı kitabının fark etmemi Sayın Prof. Meral Alpay’a borçluyum. Kitaba iliştirdiği bir notta şunları yazmıştı: “Sade, zarif ve eğlenceli. Bu üç sıfatı ilkokul ve okul öncesi dönem edebiyatında yan yana, iç içe bir arada bulmak artık zor oldu.”

Söz konusu döneme yönelik edebiyatımızın yoksun olduğu nitelikler bundan daha sade ve zarif anlatılamazdı herhalde. Bassa’nın kitabı sade. Annesi ölen bir kız çocuğunun yeni anneyi benimseme sürecini anlatıyor. Ukalalık yok, ders yok, öğüt yok…

Zarif. Yalnızca resimleme tekniğindeki süslemeli tavır nedeniyle değil, diliyle de. Geçişler yumuşak, duygular yumuşak. Sert olmaları gereken yerlerde Bassa çok hoş bir tekniğe başvurmuş; masalları kullanmış. İçinden ‘cadı’ demek geçtiğinde aklına gelen cadı, masaldaki cadı olmuş. Ve eğlenceli. Resimler de, metinde ana temayı dağıtmayacak ayrıntılarla süslü.

Ve kitabın en vurucu yanı, resimle metnin müthiş uyumu: Kitabın son sayfasına kadar, yani kızın yeni anneyi benimsemesine kadar annenin yüzünü görmüyoruz. Hep arkadan çizilmiş. Sondan bir önceki sayfada sihirli öpücüğünü verirken yarım, son sayfada da tam olarak görüyoruz. Sayın Alpay’ın sözleriyle: “Zeynep Bassa’nın sihirli öpücüğü, kitabı okuyan herkese sıcak bir soluk ve sevginin sihrini sunuyor. Bu sihri internette yakalamak mümkün değil. Uzun uzun gün ışığında, sakin bir köşede metinle resimlerinin dans eden kucaklaşmasının ayrıntıdaki anlamlarını yakalayıp, gerçek hayatı anlamak; sanatkarın ne dediğini duymak çok kolay.”