Toplumsal tarihimizde çocuk edebiyatının yeri…

Toplumsal Tarihte Çocuk Tarih Vakfı, 23 Nisan 1993; 85-91.

Türkiye’de çocuk edebiyatının tarihini ele almadan önce ülkenin toplumsal ve siyasal gelişimine koşut olarak edebiyatın tarihine bir göz atmak yararlı olacaktır.

1983 Nesin Vakfı Yıllığı’nda yer alan “Türk Çocuk Yayınları Geçmişi ve Bugünü” başlıklı yazısında Prof. Dr. Meral Alpay’ın özetlediği gibi, Türk edebiyatını incelerken asıl olarak iki dönüm noktasından yola çıkmak yerinde olur. Bu iki dönüm noktasından biri Türklerin islamiyeti kabulü, öteki de Batı’ya dönüş hareketidir. Alpay’a göre Türklerin islamiyeti kabulü, “yeni dinin birleştirici gücü içinde, islam uygarlığının kurulup geliştirilmesinde etken olmuştu.” Batı’ya dönüş hareketi ise “Batı uygarlığını siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik olayların baskısı altında benimsemeye çalışmak”la sonuçlanmıştır.

Alpay’a göre edebiyat tarihimiz bu iki dönüm noktasına göre üç ana döneme ayrılmaktadır:

“l. İslam dininin kabulüne kadar Türk edebiyatı

2.İslam uygarlığı etkisi altında Türk edebiyatı

3.Batı uygarlığı etkisi altında Türk Edebiyatı” olarak sıralanabilir.

Türkiye’de çocuklara yönelik kitap yayımcılığının geçmişi 19. yüzyılın ilk yarısına, Tanzimat Fermanı sonrasına uzanır. Tanzimat yazarlarının Fransızca’dan çevirdiği hayvan öykülerini dünya çocuk klasiklerinin çevrilmesi izlemiştir. Robenson, Gulliver gibi klasiklerle Jules Verne’in birçok yapıtı hep Tanzimat’la birlikte Türkçe’ye kazandırılmıştır.

“Türkiye’de çocuk edebiyatı Tanzimat’la birlikte başladı. Daha önce çocuklar için yazılmış yapıtların sayısı çok azdı. Bunlar arasında Nabi’nin (1642-1712) “Hayriye” adlı mesnevisi anılmalıdır. Bu kitapta şair, oğluna başarılı olmasını sağlayacak dinsel ve mesleki bilgiler, öğütler verir. Bu türden bir başka öğretici yapıt Sümbülzade Vehbi’nin (- 1809) “Lütfiye” mesnevisidir. Bunların yanında yazıya geçirilmeden kalan, masallar, fıkralar ve tekerlemelerden oluşan oldukça zengin bir sözlü edebiyat vardır.

“Tanzimat Dönemi’nde dünya çocuk klasikleri, ya da çocuklar için ‘uygun’ olduğu düşünülen yapıtlar Türkçe’ye çevrilmeye başladı. Ahmed Midhat, Şinasi ve Recaizade Ekrem, Fransızca’dan manzumeler ve ahlaksal öyküler çevirdiler. Aynı dönemlerde Robinson Crusoe, Gulliver’in Seyahatleri ve Jules Verne’in kitapları da Türkçeleştirildi. Bunu çocuk dergileri izledi. En yaygın çocuk dergisi 1904’te çıkmaya başlayan Çocuk Bahçesi oldu.

“II. Meşrutiyet Dönemi’nde çocuk edebiyatı bir ‘eğitim aracı’ olarak görülüyordu. Şiir alanında, ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşının yazarı Ali Ulvi Elöve’nin Çocuklara Neşideler’i, İbrahim Alaaddin Gövsa’nın Çocuk Şiirleri (1911) ve Fikret’in Şermin (1914) adlı yapıtları da bu öğretici eğilimi yansıtır. Milli edebiyat döneminde de bu çizgi sürdü. Ziya Gökalp’in Kızıl Elma (1914), Yeni Hayat (1918) ve Altın Işık (1923) kitaplarında topladığı manzumeler, Ali Ekrem Bolayır’ın Çocuk Şiirleri’yle (1917) Şiir Demeti (1923) ve Fuad Köprülü’nün Mektep Şiirleri (1917) adlı kitapları bu akımın çocuk edebiyatına katkılarıdır.

“Cumhuriyet’in ilk yıllarında şiirdeki yalınlaşmayla birlikte birçok yazar çocuk edebiyatına da yöneldi. Hececi şairler arasında çocuk şiiri yazmamış olan yok gibiydi. Faruk Nafız Çamlıbel’in Akıncı Türküleriyle (1938) Kuş Cıvıltıları (1938) ve Yusuf Ziya Ortaç’ın Sizin İçin’i (1938) çocuk şiirlerinin toplandığı kitaplardır. Hececilerden Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Ömer Bedreddin Uşaklı, Orhan Şaik Gökyay, Ahmet Kudsi Tecer, Kemalettin Kamu, Vasfi Mahir Kocatürk ve İbrahim Zeki Burdurlu da çocuklar için şiir yazdılar. Yedi Meşale şairlerinden Yaşar Nabi Nayır’ın da çocuklar için şiirleri vardı.

“Roman ve öykü alanında Cumhuriyet’in ilk yıllarında Halide Edip Adıvar, Aka Gündüz, Mahmut Yesari ve Reşat Nuri Güntekin’in yapıtları görüldü. M. Yesari’nin Bağrıyanık Ömer (1930), Reşat Nuri Güntekin’in Kızılcık Dalları (1932), Huriye Öziz’in Köprüaltı Çocukları (1936), Fahrettin Sertelli’nin Tahtları Deviren Çocuk (1937) adlı romanları öğreticilikle gerçekçilik ve duygusallığı bir potada eritebilen yapıtlardı. Tarihsel serüven romanı alanında ise Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Kızıltuğ (1923), Atlı Han (1924), Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü ( 1946) ve Bozkurtlar Diriliyor (1949) gibi yapıtları çocukların sevdiği kitaplar arasına girmişti.

“1940 ve 50’lerde Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Ceyhun Atuf Kansu ve Cahit Külebi gibi usta şairler çocuklar için de şiirler yazdılar. Dağlarca Açıl Susam Açıl (1967) ve Kuş Ayak (1971) kitaplarıyla çocuk şiirine daha sonra da devam etti. 1960’ların çocuk şiiri alanında en önemli ürünü Ülkü Tamer’in Virgül’ün Başından Geçenler’ı (1965) oldu. Öğretici eğilimlerin bir eleştirisini de içeren bu şiirler, içerdikleri ince ve hüzünlü alaycılıkla ‘yetişkin şiiri’ni de etkiledi. Daha sonraki çocuk şiirleri arasında Süreyya Berfe’nin Çocukça’sı (1978) dikkati çekti.

“II. Dünya Savaşı yıllarında ve 1950’lerde düzyazı çocuk edebiyatı alanında Kemalettin Tuğcu’nun duygusal romanları görüldü. Edebi düzeyi tartışmalı olmakla birlikte, bu yapıtlar çocuklara okuma sevgisi aşılaması ve eğiticiliğe yönelmemiş olmasıyla daha önceki çocuk romanlarından ayrılıyordu. Oğuz Özdeş, Kozanoğlu’nun çizgisinde romanlar yazdı.

Çocuk yazarları arasında Bir Gün Büyüyeceksin (1956) adlı romanıyla Mehmet Seyda ile Rakım-Nimet Çalapala ve Mümtaz Zeki Taşkın’ın adları da anılmalıdır. Rıfat Ilgaz’ın 1966’da sahnelenen Hababam Sınıfı (1967) adlı oyunu da, yetişkinler kadar çocukların da ilgisini toplamıştır.

“1970’lerden sonra Aziz Nesin, Cengiz Bektaş, Müjdat Gezen, Işıl Özgentürk ve Vedat Dalokay gibi yazarlar çocuklara seslenen yapıtlar verdiler. Bu dönemde çocuk romanına en çok eğilen yazar Gülten Dayıoğlu’dur. Dayıoğlu’nun Fadiş (1970), Dört Kardeşler (1971) ve Dünya Çocukların Olsa (1981) adlı romanlarıyla Ben Büyüyünce (1979) adlı kitabında topladığı öyküleri, gerçekçilikle ince bir duyarlığı birleştirir. Fakir Baykurt Sakarca (1976) adlı romanıyla, Yaşar Kemal de Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (1977) adlı anlatısıyla çocuklara seslenen yazarlar arasında yer almıştır.” (“Çocuk Edebiyatı”, AnaBritannica, c. 6, İstanbul 1987, s.494-7.)

1975 yılından 1981 yılına kadar olan ve Çocuk Yılı’nı (1979) da içine alan dönemde çocuk kitabı yayımcılığı gerek içerik, gerekse nicelik olarak özellikler taşır.

Toplumda genel olarak yoğun bir politizasyonun yaşandığı, her tür eğitim ve kültür kurumunun bu politizasyon içinde oluştuğu ya da varlığını sürdürebildiği bu dönemde kitap yayımcılığının, buna bağlı olarak da çocuk kitabı yayımcılığının aynı doğrultuda etkilenmesi kaçınılmazdı.

Bu dönemde, tanınmış yazarların başını çektiği bir grup yazar kendi edebiyat serüvenlerinin dışında bir alanda, çocuk edebiyatı alanında ürünler verdiler. Ortaya çıkan kitaplar başta, edebiyatçı elinden çıkmış nitelikli yapıtlar olmakla birlikte kısa bir süre içinde kalıplaşmış temalar, klişe anlatımlarla sınırlandı. Bu dönemde yayımlanan kitapların bir bölümü 1980 askeri darbesinden sonra tahdide tabi tutuldu, çocuklara satılması yasaklandı.

Türlere göre ele alındığında 1980 öncesi yıllarda şiir ile öykünün başı çektiği görülür. Edebiyatta toplumcu gerçekçi yaklaşımın etkin olduğu bu yıllarda masal türünün çocukları gerçeklerden uzaklaştırıcı, uyurucu bir etkisi olduğu düşüncesinin yaygın olması doğaldı.

Toplumsal tarihimizin oluşumunda çocuk edebiyatının yeri ile genel olarak edebiyatın yerinin birbirine koşut olduğu pek söylenemez. Edebiyat, toplumun ortak kültürünün, yaşantısının bir tür ifadesi olarak o kültür içinde yoğrulmuş bireyler tarafından ortaya çıkarılır. Edebiyat ürünleri bu bireylerin, yani edebiyatçıların yaşamı yorumlama, yaşama bir anlam verme çabaları, toplumun dille, yazıyla ifadesini bulan bir seslenişi gibidir. Bu anlamda edebiyat, içinde üretildiği topluma ilişkin dolaysız mesajlar verir. Örneğin bir Aşk-ı Memnu, okuruna Türkiye tarihinin bir dönemini, o tarihsel kesitteki toplum hayatıyla ilgili bir tabloyu da dolaysız olarak sergiler. Bir Fuhş-u Atik bize yalnızca Ahmet Rasim’in tadına doyulmaz anlatımını iletmekle kalmaz, eski İstanbul’un bir yönüne ilişkin çarpıcı bir tabloyu da önümüze serer.

Şurası da muhakkak ki, edebiyatımızdaki Batı etkisinin ağırlığını hissettirdiği Tanzimat ve sonrasında sokaktaki hayat ile edebiyattaki ya da kitaptaki hayat arasındaki uçurum belirginleşmeye başlamıştır. Örnek olarak, bu dönemdeki Fransız etkisi ve buna bağlı olarak özellikle Fransız ihtilalinin popüler kıldığı yurt, ulus, özgürlük, hukuk gibi kavramların Türk toplumuna sunuluşu verilebilir. Başka bir deyişle, edebiyatçı, yukarıdaki tanıma göre, “içinde yaşadığı hayatı yorumlayarak onu dillendiren bir sanatçı” dan biraz farklılaşmış, biraz abartarak söylersek, “içinde yaşamadığı fakat yaşamak ve başkalarına da yaşatmak istediği hayatı edebiyat aracılığı ile dillendiren bir tür misyoner” olmuştur.

“Sokaktaki” ile “kitaptaki” arasındaki uçurum tabii ki biraz da sanatın tanımında var. Ve bu uçurum hep var olmak zorunda. Yani edebiyat yaşamı aynen aktarmayacak, yaşantıları malzeme olarak kullanacak, ama ona bireysel yorumunu katacak. Burada değinilen tipik ve her ülkede yaşanan bir aydın-halk kopukluğu değil, ama bunu biraz daha aşacak ölçüde aydının halk üzerinde bir eğitmen/önder/yönlendirici rolünü kendisine biçmiş olması. Bunun tarihsel nedenlerinin nerelere dayandığını bilmiyorum, ama edebiyatçı ile halk arasındaki bu keskin kopuşa rağmen yine de edebiyat yapıtlarının çoğunun bize ilgili oldukları dönemlere ilişkin doğrudan veya dolaylı mesajlar vermekte olduğunu söylemek istiyorum.

Oysa çocuk edebiyatı adı altında toplayabileceğimiz yapıtlara baktığımızda, yazıldıkları dönemin gerçekliğiyle ilgili ipuçlarını bu kadar kolay elde edemiyoruz. Çünkü, çocuklar için yazanlar, yaşantılarını, yaşantılarının onlardaki izlenimlerini dile getirmekten çok, eğitilmesi gerektiğini düşündükleri çocuklara o an için gerçekleştirilmemiş, düşsel, doğruluk ve güzelliklerle dolu farklı bir dünyayı betimlemeye çalışmışlardır. Bu farklı dünyayı kendileri kuramamıştır, ama çocuklar kuracaklardır. Kendi hayatlarından hoşnut kalamamışlardır. Aksayan çok şey vardır ve bu aksamaları giderecek bireyler, yani “yarının büyükleri” olan çocuklar eğitilmelidir ki bu sorumluluklarını yerine getirebilsinler. Bu eğitimi yeterince vermeyen, örneğin öyküsünde yalnızca güzel güneşli bir günün izlenimlerini anlatan, bir ders çıkarılmasını beklemeyen yazar tipi (örneğin Memduh Şevket Esendal) çocuk edebiyatı geleneğimizde çok yeni sayılır. Bunun nedenleri mutlaka çok çeşitli. Ve bütün dünyada tarihsel bir süreç olarak yaşanmış. Üçüncü yüzyılda yazıldığı sanılan Kelile ve Dimne’deki eğitim amaçlı öyküler bir bakıma La Fontaine için de bir başlangıç noktası olmuştur ama ortaya çıkışı açısından baktığımızda Kelile ve Dimne’nin hükümdarları eğitmek gibi bir belirgin işlevi vardır. Metinlerin her biri bir hayat dersidir ve evrensel bir nitelik taşır. Cumhuriyet dönemi Türk çocukları bu dersleri daha çok Fransa üzerinden ve La Fontaine’in ağzından dinlemişlerdir ve dinlemektedirler. Bu metinlerdeki mesajların evrensel bir nitelik taşıması, halk, hükümdar veya aydın herkese yönelik olması eğitici niteliğinin edebi niteliğine ağır basmamasını sağlıyor.

Çocuğun eğitiminde edebiyatın kullanılmasının başlangıç tarihini bilmiyorum. Örneğin Kelile ve Dimne sıradan çocuklar için değil, devlet yönetecek, hükümdar olacak çocuklar için yazılmış. Aesop ve La Fontaine’in metinleri de çocuklar için değil. Çocuğa ilk sunulan kitapların bu ders dolu metinlerden seçilmiş olması da tabii ki çocuk kavramının tarihsel olarak geçirdiği aşamalarla ilgili olmalı. Çocuğun belli bir tarihsel dönemde toplum için taşıdığı anlam, o toplumun çocuğa belli şeyleri sunmasına ya da sunmamasına neden olmuş. Ama değişmeyen şu: Çocuğun hayata hazırlanması gerekiyor, dolayısıyla da eğitime muhtaç. Bu eğitimin niteliği de tarihsel dönemin eğitim sistemine bağlı olarak belirleniyor.

Batı’nın ilk çocuk kitaplarının çocuğa sunuluş biçimi biraz da çocuk kitaplarının Batı’daki tarihiyle ilgili fikir veriyor. Saplı bir tahta üzerine oyulmuş alfabe harfleri ve tahtanın çevresine oyulmuş dini sözler. Bu tahta, sapına dolanan bir iple çocuğun boynuna asılıyor. Böylece çocuk boynuna asılı bu tahtayı her yere taşıyor, oynarken, gezerken sürekli eğitilebiliyor. (Kitabın bu biçimde kullanımına -bez torbasıyla boyna asılan elifbaları saymazsak- bizde rastlanmıyor sanıyorum.)

İçerik olarak baktığımızda Batı’da çocuklara yönelik ilk kitapların tümüyle ibret verici dinsel öykülerden oluştuğunu görüyoruz. Yani öykülerin dayandığı bir ana metin olarak kutsal kitap var. Ve bu öyküler de öncelikle doğrudan çocuklar için değil, cahil halk için yazılmış. 16. yüzyılda Perrault’un derlediği ve sonradan Grimm Kardeşler’in yumuşattığı “Kırmızı Başlıklı Kız”ın ilk halinin son derece kaba ve erotik bir öykü olduğunu ve köylülerin kendi aralarında eğlenmek için anlattıkları bir öykü olduğunu bilirsiniz.

Bizim Battal Gazi öyküleri, Köroğlu Destanı gibi metinlerin de zamanında çocuklar için değil, halk için yazılmış oldukları bilinir.

Tanzimat ve sonrasında çocuklara sunulan metinlerin büyük oranda çeviriye dayandığını, telif olanların da tümüyle ders veya öğüt verme amacıyla yazıldığını söyleyebiliriz. Yani, bu dönemde de edebiyatçı çocuk edebiyatını, bir tür kendini, kendi yaşadıklarını ve yaşantılarının ona verdiklerini ifade etme biçimi olarak kullanmamış, özendiği bir dünyayı çocuğa benimsetmek amacıyla çocukların anlayabileceği düzeyde metinler yazmaya çalışmıştır. (Tanzimat öncesinde Nabi’nin Hayriye’si ile Sümbülzade Vehbi’nin Lütfiye’si de bu türden örneklerdir.)

Çocuk edebiyatımızın toplumsal tarihimizin her adımından nasıl etkilendiğini bire bir örnekleriyle belirleyebilmek için daha çok çalışma yapmam gerekiyor ama şimdilik daha çok günümüze (son on yıla) bakarak ileri sürmek istediğim görüşüm şu: Çocuklar için yapılan edebiyat bu edebiyatı yapan sanatçının kendi yaşantılarından, onu etkileyen, biçimlendiren, var eden kültürden kaynaklanmak yerine, çocuğa, yukarıdan aşağıya doğru benimsetilmesi amaçlanan bir değerler sisteminin çocuğun daha kolay anlayabileceği metinlerle öğretilmeye çalışılmasından ibaret olagelmiştir ve bu eğilim halen yürürlüktedir. İşte bu nedenledir ki, çocuk edebiyatı ülkemizde hâlâ toplumsal hayatımızın ifadesini bulduğu bir anlatım biçimi olarak kendini kabul ettirmekte zorlanmaktadır. Olumlu gelişmeleri, yukarıdaki çerçevenin dışına çıkan yeni yazarların ortaya çıkmaya başladığını göz ardı etmeksizin belirtmeliyim ki, kitap okuma alışkanlığımızın az olmasının arkasındaki nedenlerden biri de işte çocuk kitaplarındaki bu geleneksel eğiticilik misyonudur. Bu misyon çocuğu bazen temel bir ahlak dersini almaya, bazen de politik bir tutum almaya yöneltme amacı gütmektedir. Yön hangi yön olursa olsun, edebiyatın kullanım amacı aynıdır. Yazarın benimsetmek istediği görüş vardır ve yazdığı metnin temel amacı bu görüşü ona anlatmak ve benimsetmektir. Yani yazarının çocuğun şekillendirilmesiyle ilgili bir tasarımının bulunmadığı metinler azınlıktadır. Cumhuriyet kurulduğunda bu tasarım, çocukların yeni cumhuriyet ülküsüyle yoğrulmuş neferler olmalarıydı. Toplumun yaşadığı çalkantılara, kutuplaşmalara paralel olarak bu tasarım sürekli bir değişim yaşadı. Şu anda ağır basan tasarımın ne olduğunu saptamakta güçlük çekiyorum. Çünkü, benim gözlemlerime göre çocukların çok okunan yazarları yok artık. Farklı okur gruplarının kendi yazarları var. Bu yazarların o okur grubunun çocuklarına ne tür bir edebiyat verdiğini ayrıca incelemek gerekiyor.

Özetle, Türk çocuk edebiyatı çocuklara kendi yaşamakta oldukları dünyayı yorumlayarak vermekten çok, o dünyayı ya melodramlaştırarak vermekte (örneğin okumak için çabalayan ama başına gelmedik kalmayan köy çocukları, kent yaşamına ayak uydurmaya çalışan yoksul ama erdemli gecekondu insanları, zengin ama acımasız kentliler vb) ya da içinde yaşamakta olduğu dünya yerine çocuk için doğru, güzel bulduğu dünyayı benimsetmeye çalışmaktadır. Bu genel eğilimin dışına çıkan yeni yazarlar daha çok ürün verdikçe, başka bir deyişle, çocuklar için değil, kendisi için yazan yazarlar çoğaldıkça bu konudaki tıkanıklık aşılacaktır. İşte bu gelişmeye bağlı olarak, edebiyatın çocuğun yaşamıyla kuracağı doğrudan bağ çocukları yine kitaba çekecektir.