Kendimize itiraf etmek zorundayız ki, sivil toplum kuruluşları (STK) işini pek de iyi kıvıramıyoruz. Bu çok şaşırtıcı, çünkü Anadolu’nun bildik imece usulü üretim veya sorun çözme yöntemi bu ‘kökü dışarda’ (nongovernmental organization = hükümet dışı ya da sivil örgütlenmeler) birlikteliğin en olgun örnekleri arasında sayılmalı. Köy yerindeki su kanallarının ıslahı, tarım ürünlerine zarar veren bir haşaratla baş edilmesi vb. türü eylemlerin kendiliğinden örgütlenmelerle oluşturulan gruplarla çözülmesi bizim için hiç yeni değil.
Ama, bu aslında en doğal örgütlenme biçimini unutup, sonra da yeni bir ad koyunca sanki kavramın kendisi de yeniden keşfetmiş gibi yabancılık çekiyoruz. Eh, buna birde ‘örgütlenme’, ‘dernek’ gibi kavramların çağrışımlarının tekinsizleştirilmiş olduğu gerçeğini eklersek, ‘Sen derslerine bak! ile başlayan süreç, ‘Sen yalnızca para kazanmana bak! ile tamamlanan bir duvarda son bulur.
Ne yazık ki, özellikle Avrupa Birliği hayalini gündemde tutmanın ödenmesi gereken karşılıklarından birinin de toplumsal yaşamımızda sivil kuruluşlarının etkisini artırmak olduğu düşünülüyor artık. Bu hem açık açık söyleniyor, hem de sivil toplum kuruluşları sundukları programlar ve projeler çerçevesinde gelişmiş ülkelerin çeşitli fonlarından destek de alıyorlar. Oysa böyle bir örgütlenme ve sivil girişimle sorun çözme biçiminin bu türden bir zorunluluk ortaya çıkmadan önce olgunlaştırılması ve pratik hayata geçirilmesi gerekirdi. Sivil toplum kuruluşlarının öne çıkmasının bir başka nedeni toplumun resmi toplum kuruluşlarından umudunu kesmesi de olabilir. Ama hangi nedenle olursa olsun, ülkemizde sivil toplum kuruluşlarının varlığını önemseyen herkesin, bu örgütlenme biçiminin üstesinden gelmekte neden bu kadar zorlandığımızı anlamaya çalışması gerekiyor.
Bireysel Olgunluk
İlk zorluk ve yanılsama, sivil toplum kuruluşları uygulamasının, kavramın içeriğindeki ‘hükümet dışı’ tonlamasından ötürü mutlaka resmi otorite karşısında konumlanmak gibi bir zorunluluğu kendine yakıştırması. Bunun da haklı dayanakları var. Devletin bugüne kadar derneklere ve benzer sivil örgütlenmelere bakışı ve koyduğu kısıtlamalar da böyle bir konumlandırmayı besliyor. Dernekler yasasında yapılması umulan değişiklikler bunu ancak, çeşitli ülkelerdeki pratik uygulamalar gösteriyor ki, özellikle toplumun bir kesiminin belli ihtiyaçlarını gidermek türünden amaçlarla oluşturulmuş sivil örgütlenmeler, devletin şöyle ya da böyle desteğini alabildikleri zaman daha başarılı oluyorlar. Finansman, tanıtım, uygulama sırasında gerekli izinlerin alınması gibi konularda sivil bir kuruluş devlet desteğiyle daha hızlı yol alabiliyor. Tıpkı bunun gibi, sivil toplum kuruluşlarının genellikle görmezden geldikleri konu da sivil toplum kuruluşlarının devlete olan ihtiyacı kadar, devletin de sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç duyduğudur. Çoğunlukla ‘bildiğini okuduğunu’ varsaysak da, devlet yeni bir uygulamayı yürürlüğe sokarken sivil toplum kuruluşlarının görüşlerini dikkate aldığında uygulamayı hayata geçirmesi çok daha kolay olur. Kaldı ki birçok uygulamanın bizzat hazırlanmasında her iki kesimin işbirliği şarttır.
İkinci zorluk, bireysel etkenlerdir ki, bunun kısa vadede çözümünü bulmak mümkün olmadığından, ancak zamanla ve adına ‘toplumsal olgunlaşma’ diyebileceğimiz bir süreçle azalabileceği söylenebilir. Bir dernek veya vakıfta iş yapmaya çalışanlar bilir, heves çoktur, fikirler ve görüşler zengindir, ama iş uygulamaya gelince kimseyi bulamazsınız. Herkesin hevesine güvenerek taahhütlerde bulunmuş, projeleri duyurmuşsunuzdur. Geriye dönemezsiniz ve birkaç fedakar gönüllüyle ‘derneğin veya vakfın taahhütlerini’ bireysel olarak yerine getirmeye çalışırsınız. Bunun da pek ödülü olmaz. Çoğunlukla hırpalanırsınız.
Bunun karşısına çıkarılan yöntem ise sivil toplum kuruluşunu tıpkı bir firma gibi yönetmektir ki, esası gönüllülüğe dayanan ve yöneticileri seçme seçilme ile belirlenen bir kuruluşun doğasına bunun ne kadar uygun düştüğü tartışılır.
Çocuk yayınları alanı, sivil toplum girişimlerine en çok ihtiyaç duyulan alanlardan biridir. Eğitimcilerin, anne, babaların, kütüphanecilerin, yazarların, çizerlerin, yayımcıların bu türden kuruluşlara hem ihtiyacı vardır, hem de bizzat bu kesimler böyle örgütlenmelerin zenginleşmesini sağlarlar. Çocuk Yayınları Derneği, Çocuk ve İlkgençlik Kültürü ve Edebiyatı Araştırmaları Derneği, Çocuk Vakfı ve benzerleri bu ihtiyacı gidermek amacıyla ve yine bu tür örgütlenmelere en çok ihtiyacı olanlar tarafından kurulmuş kuruluşlardır. Kendi mesailerini, enerjilerini, çoğu zaman da kendi paralarını harcayarak bu ve tüm sivil toplum kuruluşlarını oluşturan bir avuç insanın bugün topluma sunmakta olduğu özverili katkının karşılığını toplum yarın yalnız örneğin çocuk edebiyatı alanında doğru yönde sağlanacak gelişmelerle değil, sivil toplum örgütlenmesinde bireysel ve toplumsal olgunluğumuzun gelişmesiyle de alacak.