Norveç edebiyatından çok hoş bir çocuk kitabını çevirip, özene bezene de bastırıp kitapçılara götürmüştüm. 80’lerin başı. Kitapçı kitabı eline aldı, evirdi çevirdi. Ne baskının kalitesini gördü, ne resimlerin güzelliğini. Ne de cildin sağlamlığını. Kitabı burnuma uzatıp: “Ben bunu satamam!” dedi .
Neden satamazmış biliyor musunuz? Kitabın sırtına sırt yazısı koymamışız. Haklı. Acemilik.
“Kitabı rafa koyacağım. Okur sırtındaki yazıyı okumazsa o kitabı nasıl tanıyıp okuyacak?”
Çocuk kitaplarının sergilendiği rafa baktım. Hepsi evinizdeki kitaplıktaki kitaplar gibi yan yana sıralanmış. Genellikle ince kitaplar oldukları için de zaten sırt yazılarını okumanız (hele çocuğun okuması) mümkün değil. Sonra kitabevinin tümünü kaplayan masalara ve kitap tezgahlarına indi gözlerim. Demir Ökçe, Martin Eden, Suç ve Ceza, Sefiller, Kırmızı ve Siyah… Tümünün yüzleri açık, kapakları ayrı ayrı sergilenmiş.
Esnaf lokantalarıyla mantıcılar arasında bir sergileme farkı vardır, bilirsiniz. Esnaf lokantasına girdiğinizde hemen sağda ya da solda bir vitrin bulunur. Alttan ısıtmalı bu vitrindeki yemeklere tek tek bakar ve zevkinize uygun yemeği belirleyip öyle oturusunuz yerinize. Bu zevklidir de. Garsonun masanıza gelip monoton ve hızlı bir sesle size yemek listesini saymasından çok daha iştah açıcıdır. (Gerçi ben yerime oturduktan sonra yeniden saydırırım. Unuturum çünkü.)
Mantıcılar öyle değildir. Girer masaya oturursunuz. Bir, ya da bir buçuk, neyse söyler., ayran ya da kolanızı yudumlamaya başlarsınız. Mantıyı önçeden görüp de bir seçim yapma şansınız yoktur. Zaten boyutları sizin için önemli değilse, (ki en makbulünün ‘bir kaşığa kırk adet sığacak boyutta’ olması gerektiği söylenir) matının tadına da yemeden anlayamazsınız.
Siz herhangi bir okur düşünebiliyor musunuz ki, kitapçıyı dolaşırken Suç ve Ceza’nın kapağını görüp, kapaktaki çekici renklerden etkilenip de okumaya karar versin. Yetişkinler kitapçıya girdiklerinde zaten bir kitap almaya kararlıdırlar. Ya aradıkları bir kitap vardır, adını ya da yazarını söyleyip isterler, ya da o günlerde okunan kitapları birarada görmek isterler ki, kendilerini ‘havaya sokup’ içlerindeki entellektüeli canlandırsınlar. Bu anlamda güncel kitapları en görünür yerde sergilemek anlamlı ve gereklidir. Ama örneğin klasiklerin raflara sırtları görünecek bir şekilde konulmaları pekala mümkündür.
Ama çocuk kitaplarının durumu tümüyle başkadır. Çocuk, kitabevine ille de kitap almaya girmemiş olabilir. Oyuncak, maket, yeni bir bilgisayar oyunu, vurdulu kırdılı bir derginin son sayısı vb. almak üzere girmiş olabilir. Ki işte hedef tam da o çocuktur, o çocuğun ilgisi yakalanmalı, onun o anki beklenti ve heveslerini kırmadan, ama ustalıkla yönlendirerek, yazarların çizerlerin onun yaş grubunu gözeterek yazıp çizdiği ckitapları görmesi (ama doğal olarak, zorlanmadan, baskı yapılmadan görmesi) sağlanmalıdır.
Yani, onun göz hizasına yerleştirilmeli onun okumasında yarar gördüğümüz kitaplar. Çünkü o henüz o kitabı okumak isteyip istemediğini bilmiyor. Görmedi ki. Çocuk kitaplarını esnaf lokantasında olduğu gibi sergilemeli kitapçılar. Klasikler kuytuda kalabilir. Klasikleri isteyen okur, mantıcıdaki müşteri gibidir. Ne yemek için orada olduğunu zaten girerken biliyordur.
Kitapçılarımıza işlerini öğretmek mi? Asla. Küçük bir istek. Bu isteğimizi fazlasıyla yerine getiren kitapçıların sayısı ise hep geçen gün artıyor. Bu kitapçılar çocuk kitaplarını büyük bir özenle sergiliyorlar ve yarının okurlarını hazırlamada en büyük işlevi yerine getiriyorlar.