Kurşun Kalem Dergisi / Arslan Sayman

Kurşun Kalem Dergisi. Mart-Nisan 2015. Sayı 34. sayfa: 76-78

Kurşun Kalem: Sayın Erdoğan dilerseniz söyleşimize bugünden başlayalım ve sonra tarihe yolculuk yaparcasına geçmişe dönelim, Mavibulut kaçıncı kitabını yayımladı?
Tamamını saymamıştım. Şu anda kataloğunda galiba 150’ye yakın ama tabii basılıp da yıllar içinde çeşitli nedenlerle listeden çıkmış olanlar var.
Kurşun Kalem: Yayıneviniz ülkemizin sadece çocuk kitapları yayımlayan ilk yayınevi. Bu alanda ciddi bir deneyim ve birikime sahip. Şimdi yayınevinin kuruluş yıllarına gidelim ve başlangıcından itibaren serüveninizi sizden dinleyelim?
1980 yılıyla başlayacağız o halde. Üniversiteyi (Boğaziçi Makine) bitirip çocuk kitapları alanına göz diktiğimde yoluma şimdi de çok güzel kitaplar yayımlayan Redhouse çıkmıştı. İlk kitabımı (Pan ve Çiçeği) yayımlayan yayınevi aynı zamanda. Redhouse’un birkaç yıl önce kaybettiğimiz müdürü William Edmonds’a gidip bu ilgimden söz ettim. Edmonds kelimenin tam anlamıyla bana sahip çıktı. “Çocuk kitabı yazıp çizmek istiyorum” dedim. “Yap getir o halde…” dedi.
Birkaç gün çalışıp bir öykü yazdım ve resimlerini de yaptım. Beğendi ve yayımladı. Şimdi bana getirseler yayımlamam ama ödül aldı.
Bu başlangıç benim yolumu da açtı. Kendime güvenim geldi. O kadar ki bu güven beni kendime ait bir yayınevi kurmaya heveslendirecek kadar cüretkar yaptı. İşte Mavibulut’u öyle kurdum. Bilerek ve isteyerek. Kesinlikle bir yayınevim olmalı, diyerek…
“Bir Fil Masalı” diye bir kitap daha yaptım. Bu arada Redhouse’ta da “Canım Sıkılıyor” diye bir kitabım daha çıktı. Ardından Mavibulut’tan “Kemancı Ayı Masalı” adlı kitabımı çıkardım.
Uzatmayayım, siz kitaplarımı değil, Mavibulut’u sordunuz.
Mavibulut’u ben Redhouse’un da izniyle ve desteğiyle yan bir iş olarak sürdürdüm. Bir tür ek iş gibi. Haftasonlarında omuz çantama kitaplarımı doldurup İstanbul içinde sokak sokak dolaşıyorum ve konsinye olarak kitaplarımı bırakıyorum. Tekrar gidişlerimde de satılanların parasını almaya çalışıyorum. Bugünkü gibi zincir mağazalar filan yok o zamanlar. Bildiğiniz mahalle kırtasiye dükkânları var. Sonraları Dünya Gençlik Merkezleri diye bir zincir girişimi oldu ve iyi başladılar ama yürümedi.
Bir yandan da öğreniyorum tabii. 1984’te burslu olarak Münih Çocuk ve Gençlik Kütüphanesi’ne gittim. Üç ay orada çocuk edebiyatı alanında okuma yaptım ve dünyadaki örnekleri inceleme şansım oldu. (Unutmayın, o zaman internetten bakamıyorduk!)
1990 yılında Redhouse bünyesinde Kırmızıfare Dergisi’ni çıkardım ancak dört sayıdan sonra (üç ayda bir çıkıyordu) Redhouse’tan Kırmızıfare ile birlikte ayrıldım.
Ayrıldım ve başka bir işe girmeyip sadece Mavibulut olarak hayatıma devam etme kararı aldım. Birkaç ay sonra da Kırmızıfare’yi kaldığı yerden (5. sayıdan itibaren) bu kez iki aylık dergi olarak yayımlamayı sürdürdüm. Bir yıl kadar sonra da aylık dergiye çevirdim. Tabii, en güzel dergilerden biri olduğu hep söylendi ve bundan gurur duymaya devam ediyorum ama doğrusu ticari bakımdan hataydı. Her ay bir dergiyi mal etme çabası Mavibulut’u cılız bıraktı. Başka bir deyişle, 100 küsur sayı dergi yerine her ay fazladan bir kitap çıkarmış olmayı yeğlerdim. Neyse, bu bana bir ders oldu… 🙂
Sonrasında, yani 2000’li yıllara girerken cılızlaşmış bir Mavibulut ile yapabileceğim en akıllıca işi yaptım ve satış potansiyeli yüksek olduğu için bir süre ağırlıklı olarak kendi kitaplarıma yoğunlaştım. Daha sonra da hem yeni yerli yazarların hem de dünyadan iyi örneklerin peşine düştük. İlkemiz her zaman olduğu gibi en iyisini en iyi biçimde yayımlamak. Hem dünyadan hem kendimizden.
(Şunu sormak istiyorum; nereden aklınıza geldi, o kadar iyi bir akademik hayattan sonra niye bir yayınevi özellikle çocuklar için kitap yapan bir yayınevi)
Neden ille de çocuklar için sorusuna kolay cevap bulamıyorum. Başka kitapların yayımcısı olmak hiç ilgimi çekmedi. O tarafa bakmadım bile zaten.
Kurşun Kalem: Mavibulut’u kurduğunuz 1980’li yıllar başta olmak üzere, onyıllar içinde çocuk kitapları sektörüne baktığınızda neler görüyorsunuz? Değişimler, gelişmeler nelerdir?
Birazına yukarda değindim. Çok şey değişti. Mahalle kitapçıları demiştim. Bunlar daha çok kırtasiyeciydi. Bir rafta da daha çok ders kitabı olmak üzere kitap bulunurdu. Çantamdan çıkarıp gösterdiğim kitaplarıma şaşkınlıkla bakarlardı çünkü alıştıkları kitap kavramının dışında geliyordu onlara. Yine de bir iki tanesini rafa koymayı kabul ediyorlardı ama çocuk kitabı rafı diye özel bir raf yoktu. Çocuk kitapları için ayrı bir bölüm düşüncede bile yoktu.
İşleyiş de tuhaftı. Çoğunlukla herkes herkesle faturasız çalışırdı. Yayımcı dağıtımcıya kitaplarını kırtasiyeciden alınmış basit bir fişle verirdi.
İskontolar daha düşüktü. Dağıtım iskontosu yüzde 35-40 arasıydı. Kitapçı iskontosu %25’ti. Vadeli çek diye bir şey yoktu. Çoğunlukla senet geçerliydi.
Dağıtımcılar şimdiki gibi sipariş geldikçe kitap alma, her çıkan kitaptan toplu alım yapar ve anadolu kitapçılarına dağıtır, belli bir süre sonunda iadelerini yapardı.
Sadece çocuk kitabı yayımlamak diye bir şey yoktu. Çocuk kitapları genellikle ders kitabı yayımcılarının ek işiydi ve okullara ders kitabı gönderirken ekledikleri kolilerde toplam satışın belli bir yüzdesi olarak zorunlu satarlardı.
Bu kitapların nitelikleri hiç önemli değildi; ucuz olmalıydılar. Çoğunlukla Nasreddin Hoca ve Keloğlan kitaplarıydılar ve onlu diziler halinde lastikle tutturulmuş olarak satılırlardı.
Çocuk kitapları editörleri yoktu. Genellikle emekli öğretmenler bu işe uygun görülürdü. Kitap fuarları yoktu. Okullarda kitap sergileri yoktu. Çocuk yazarları diye bir kategori olmadığı için onların imza günleri olmazdı.

Kurşun Kalem: Bu soruya ek olarak şunu sorabilir miyim? 80’lerden bu yana okur profili, nicelik ve nitelik açısından nasıl farklılıklar gösterdi?
İlk benimsenen kavram okulöncesi eğitimi oldu. Ve ilk ticari çekicilik de bu alanda ortaya çıktı. Okulöncesi eğitim kitapları alanında birçok yayınevi ortaya çıktı. Bunların bazıları öykü kitapları da yayımladılar. Okul öncesi eğitimin önemi kavrandıkça anne babalar da bu tür kitaplara ağırlık vermeye böylece yavaş yavaş da olsa bir pazar oluşmaya başladı. Yani eğitimli ve kitabın eğitimde önemi olduğunu düşünen bir okur profili ufukta belirdi. Bu süreç içinde Mavibulut’un ve onu izleyen başka birkaç girişimin farkı eğitimle edebiyat alanının ayrı ayrı ele alınması gerektiğini kısık bir sesle söylüyor olması oldu. O günlerden bugüne bakıldığında bugün öncelikli amacı eğitim olmayan nice eğlenceli çocuk kitabının piyasayı doldurmuş olmasının ardında aslında bu kısık sesli çabalar vardır.
Nitelik de tabii çok değişti. Biçim olarak değişti çünkü Özal dönemiyle birlikte özel sektör kâğıt üretmeye başladı. Gümrük kapıları rahatladığı için ofset baskı teknolojileri gelişti. Bilgisayarların gelişimi en çok basın yayın sektörüne yaradı, vs.
İçerik olarak de değişti çünkü yüksek öğrenimli, dünyayı bilen tanıyan bir editör grubu oluştu. Devlet ve yayımcılıkla ilgili STK’lar yayınevlerinin yurtdışı fuarlarda temsil edilmesini sağladılar. Yayımcılar bu olanaklarla daha iyi kitap seçimleri yapabilir hale geldiler.
Kitap zincir mağazalarının gelişimi ve internet mağazaları da kitaba erişimi hızlandırdı ve kolaylaştırdı.
Kurşun Kalem: Dünya ile kıyaslandığında ülkemizde çocuk kitapları pazarı ne durumdu?
Kurşun Kalem: (Bu yanıtın olumsuz olacağı düşüncesiyle) Eğitim sistemimizin buna katkısı?
Aslında yukarda saydığım gelişmeler eğitim sistemimize “rağmen” oldu. Dünya değişti. İletişim olanakları eskisi gibi değil artık. Hangi küflenmiş sistemi uygularsanız uygulayın gelişimin önünde duramazsınız. Örneğin, özellikle özel okullardaki eğitim kadrosu kitaptan yararlanma konusunda devlet okullarına iyi örnek oldu. Derslerin yanısıra öğrencilerinin kitap okumasına ağırlık verdiler, yazarlarla buluşturdular, kitap şenlikleri örgütlediler. Onları daha sonra devlet okulları da izledi. Hatta valilikler de “okuyan şehir” adlı etkinliklerle kendi illerinde bir farkındalık yarattılar. İstanbul Milli Eğitim bünyesinde başlayan Yazarlar Okullarda projesi de yine bu anlamda iyi örneklerden. Ama bunların istikrarlı süreçle olup olmadığnı bilmiyoruz. Yarın siyasi iradenin bir nedenle bunu durdurma olasılığı beni çok şaşırtmaz.
Kurşun Kalem: Bugün sadece çocuk kitapları yayımlayan yayınevi sayısı arttı, siz sektördeki en deneyimli yazar, yönetici olarak bu gelişmeyi olumlu olumsuz yanlarıyla değerlendirebilir misiniz?
Çocuk kitapları alanı ayrı bir alan. Editörlerinin de bu alanda yetişmiş olması önemli. Dolayısıyla ister tek başına sadece çocuk kitapları yayımlayan bir yayınevi olsun, isterse bir yayınevinin bünyesindeki bir departman olsun, hiç fark etmez. Yeter ki, konusuna hakim editörleri olsun. Çocuk yayımcılarının ve bu alana odaklanmış editörlerin artması son derece olumlu bir gelişme. Hep bunu istiyorduk zaten.
Kurşun Kalem: Çocuk kitapları medyada yeterince görünüyor mu?
Bütün kitap eklerinin az ya da çok bir çocuk sayfası var artık. Eskiden sadece Cumhuriyet’te vardı ve ben yütürüyordum. Ama şimdiki gibi çok sayıda kitapları tanıtmak değil de, alanla ilgili makale tarzında yazılardı. Halen en etkin ve istikrarlı bir şekilde yürütenler Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki arkadaşlarım. Tudem’in çıkardığı “İyi Kitap” iyi bir girişim. Büyük bir hizmet olarak görüyorum.
Televizyonlarda biraz azaldı sanki. Ama çok izlemiyorum, bununla ilgili elimde veri de yok. Bir dönem çocuk yazarlarının ve yayımcılarının sayısı azken hemen hemen ayda bir bir kanalda boy gösterirdik ama şimdi çoğalma nedeniyle durum biraz farklılaşmış olabilir.
Kurşun Kalem: Çocuk kitapları söz konusu olduğunda vereceğiniz örnek bir ülke var mı ve hangi özellikleri nedeniyle?
Tabii, Almanya, İngiltere, ABD… ilk akla gelenler ama benim kişisel tercihim ve ruhuma uygun olanı İskandinavya ülkeleri… İtalya (ve İspanya) fazla “cart renkli” geliyor, birkaç özel yazarını (ör. Gianni Rodari) saymazsak. Ama çok da beklentileri sınırlamamak lazım. Sınırlar kalktı, ülkeler arasında yayın alışverişi çoğaldı ve iyi örnekler her ülkede çıkabiliyor artık.
Kurşun Kalem: On yıllar içinde ülkemizde çocuk edebiyatı alanında yazar, çizer, editörler bağlamında neler farklılaştı?

Editörleri söyledim. Yazarlarla çizerler için biraz farklı şeyler dile getirilebilir. Eskiden “yazar yok çizer var” derdim. Bunu söylerken her yıl güzel sanatlar fakültelerinden çok sayıda mezun verildiğini kastederdim. Yani, çizer var evet çünkü mezun var. Evet, potansiyel olarak bu söylediğim geçerli olmakla birlikte bugün yeni bir kitap projesini ele aldığımızda çizer bulmakta güçlük de çekiyoruz. Yani, bir bakıma “herkes eleman arıyor ama işsizlik var” durumu. Bunun bazı nedenleri var: Çizerin kendini tanıtamaması bunlardan biri olabilir. İkincisi, yayımcıyla (editörle) çizerin beklentileri, bakış tarzları, yaptıkları işe verdikleri önem vb konularındaki uyuşmazlık olabilir. Bazen çizer editörün o kitapla ilgili beklentilerini karşılayamıyor (“bence çok güzel ama satmaz”) bazen de editör çizerin yaklaşımını anlayamayabiliyor (“ben sanatçıyım, söz söyletmem.”) Yani bir işbirliği ortamı oluşturulamıyor. Ortak bir hedefe (yani okura) işbirliği yaparak yönelmek birçok kez ego takışmaları nedeniyle başarılamıyor.
Yazarlık hakkında konuşurken temkinli olmam gerekir. Ne yayımlanırsa hepsini okuduğum günler çok gerilerde kaldı. Her gün çok sayıda kitap çıkıyor ve tarzını üslubunu tanımadığım çok yazar var. Ama hem basılmışlar arasından okuma şansı bulduklarım hem de çeşitli yarışmalar vesilesiyle önüme gelenlerden söyleyebilirim ki bu yığılma verimli bir eleme süreciyle ilerleyecek. Er geç bu olacak. Olacak çünkü her yayın projesi bir maliyettir ve hiçbir işletme sonsuza dek satmayanı destekleyemez. Kâr etmek isteyecek haklı olarak. Yani satış isteyecek. Okunan yazarlar ister istemez öne çıkacak. Bu da bir yanıyla ayıklama anlamına gelir.
Eksik gördüğüm şey ise bol bol metnin ortaya konmasına karşılık bunların çoğunda gerçek anlamda bir “hikâye”nin bulunmadığı. Hollywood yapımcısının ilk aradığı şey anlamında “hikâye”yi kastederek söylüyorum. Bunu buldukları zaman yazarların kitapları okunuyor.