Köyümüze mi dönsek?

Yanık Değirmen. Turgut Erbek, Res.: Ayşe F. Soysal, K Yayınları, 2001, 32 sayfa.

Turgut Erbek daha önce İş Bankası Yayınları arasından çıkan ‘Tipi’ adlı romanıyla, köy ortamında geçen bir olayın hâlâ okunabilir olabileceğinin güzel bir örneğini vermişti. Bu romanda olduğu gibi ‘Yanık Değirmen’de de mekânın Erzurum civarı olduğu anlaşılıyor. Kentten gelen Oğuz’la köy çocuğu Okan’ın yer aldığı iki günlük bir serüven. Oğuz, köy çocuğu Okan’dan ‘kentlilerin bilmediği’ birçok şey öğreniyor. Bunların içinde bulgur yapımı, ayçiçeği kafalarının serçelerden nasıl korunduğu, köydeki çocukların annelerine ‘ana’ dediği, değirmenin nasıl çalıştığı gibi bilgiler var.

Konuyu ve konunun işlendiği mekanı bir yana bırakırsak, Erbek’in anlatmak istediğini ‘edebiyat paralamak’ kaygısına düşmeden, yalın bir dille anlatıyor olması önemli bir okunabilirlik avantajı sağlıyor. Bununla birlikte, hele hele köylü-kentli karşılaştırması içeren klişe bir konuyu işlerken bile klişeler tuzağına çok yerde düşmemiş. Örneğin, Okan’ın annesinin “…şehirde oturan çocukların çoğu yeşillikleri bile göremiyorlar…” sözü bu türden bir klişe ama, sonuçta bu söz bir köylü kadınının ağzından dile geliyor.

Oysa, alıştığımız ve çocukken okuduğumuz öykülerin çoğunda bırakın kurgudaki bu tür klişeleri, çocukların isimleri bile köylü ve kentli olarak ayrılırdı. (Oysa Erbek’in köylü çocuğunun adı Okan.)

Köy, eğer iyi anlatılırsa, kentli çocuk için çok hoş serüvenler içerebilir. Servisle okula gidip gelen, haftasonlarını alışveriş merkezlerinin burgerli salonlarında geçiren çocuklar için derede kazağını suya gererek balık tutmak, yağmura yakalanıp bir mağaraya gizlenmek, ormanın kuytularında yolunu bulmaya çalışmak elbetta heyecan vericidir. Bunların anlatıldığı öykü ve romanlar da.

Tehlike şudur: Eğer, “kentli çocuk yeşili bilmez, köylü çocuk da hiç otobüs görmemiştir” türünden, doğru olmayan klişelerden kurtulamazsak, inandırıcı olamayız ve çocuklara kendimizi okutamayız. Tren istasyonlarında “Gazete! Gazete!” diye bağıran ‘okumaya hasret’ köylü çocuklarının devri galiba geçti. Yerine neyin geldiği ise sosyolojinin konusu ve çocuk yazarı konuya bu perspektiften bakmak zorunda, arkaik kalmak istemiyorsa tabii.

Yanık Değirmen, öyküsü açısından ne kadar okunabilirliği yüksek ve anlatımı açısından da başarılıysa, yayımcılığında bir o kadar derme çatma. Özellikle, resimlerinin usta elinden çıkmamış olması kitaplığımızda bulundurmaktan hoşlanacağımız güzel bir kitaptan yoksun bırakıyor bizi. Oysa, bir değirmen bir köy öğesi olarak da, görsel bir malzeme olarak da işlenmeye çok uygun. Belki daha büyük sayfalarda özenli bir grafik/resim çalışmasıyla yayımlanabilirdi. Bu kitap hem bir Anadolu Değirmeninin nasıl göründüğü ve nasıl çalıştığına (kitapta değirmenin nasıl çalıştığına ilişkin tek bir resim yok) ilişkin bir belge niteliği taşır ve bu yanıyla daha çok kişinin ilgisini çekerdi, hem de kitabı okuyan çocuk resimlerin de tadını alır ve sanatın büyüsü içine çekilmiş olurdu. Daha da öte, kitap bu özellikleriyle daha çok ilgi çeker, yurt içi ve yurt dışı fuarlarda sergilenebilir, hatta, başka dillere çevrilerek yayımlanmasının yolu açılırdı. Ama bu genişlikte düşünmeksizin, “Acaba en ucuza nasıl resimletirim? Acaba grafikere, çizere, editöre para vermeden nasıl kitap üretebilirim?” kaygılarıyla birbirinin benzeri biçimde kitaplar üreterek hem yazarınızı harcamış olursunuz, hem de yurtdışına açılmak şöyle dursun, köylülükten kentliliğe bile adım atamazsınız.