Kırmızı Bir Filin Anatomisi

Kırmızı Fili Gördünüz mü? Ferit Avcı. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1995. Ankara. 20 sayfa.

(Çukurova Üniversitesi’nde 11-13 Mayıs 2016 tarihlerinde yapılan sempozyumda sık sık dile gelen bir soru vardı: Okurun gördüğüyle yazarın görmemizi istediği arasında nasıl bir bağ vardır? İşte bu soruya 1998 yılında yayımladığımız Binbir Kitap Dergisi’nde bir yanıt aramaya çalışmıştım.)

Asliye Hukuk Hakimi bu soruyu sorduğunda hani kritik anlarda yaşamımız gözlerimizin önünden film şeridi gibi geçer ya, benim de gözlerimin önünden çocuk yayınları hayatımızın benim bilebildiğim geçmişine ait fotoğraflar birbiri ardınca geçiverdi. Birden kendi kendimi, “Biz ne yapıyoruz burada? Kitabın iki sayfası yer değiştirmiş de öykünün anlamı bozulmuş. Çocuk bundan zarar görürmüş de… N’olmuş yani?” derken buldum. Yıllar yılı Türkçesi berbat, resimleri kargacık burgacık, sayfa düzeni, grafik tasarımı zevksiz kitaplar çocuklarımızın önüne sürülmüş. Bir bölümü dışardan, bir bölümü de içerden ‘arak,’ yazar çizer adı yok ya da uydurulmuş, hakimin bundan haberi yok mu? O da çocuğuna, torununa kitap almadı mı? Elinde tuttuğu “Kırmızı Fili Gördünüz mü?” adlı kitabın aslında Kültür Bakanlığı Yayınları’nın tümü düşünüldüğünde gerçekten güzel üretilmiş bir kitap olduğunu anlamıyor mu? 5000 adet, kuşe kâğıda, büyükçe bir boyut, pırıl pırıl renkler… Ne oluyoruz? Kitabın yazarı ve çizeri Ferit Avcı haline şükretse ya? Ne olmuş iki sayfası karışmışsa? Ne olmuş zamanın Kültür Bakanı Kahraman kitabın girişine iki sayfacık kompozisyondöşendiyse? Bakın bu kompozisyonu, izin verirseniz, belgelenmesi açısından buraya, kendi imlasıyla ve eksiksiz almayı uygun buldum:

“İnsanlık yeni bir yüzyıla giriyor. Bir asır geride kalan nesillerin hayallerini bile süsleyememiş olan birçok teknolojik gelişme bugün günlük hayatımızın parçaları haline geldi. Gelişme, artık neredeyse geometrik bir hıza, baş döndürücü bir seviyeye ulaştı. Başladığı varsayılan yeni bir çağın içindeyiz: Bu döneme “Bilgi Çağı” diyenler var. Gelişen yeni tip iletişim teknolojisinin “girdi”sinin büyük ekseriyetini artık “bilgi” oluşturuyor. “Bilmek… Bilgi… Bilim… ” İnsanlığın varolduğu günden beri peşinde olduğu, ulaşmaya çalıştığı büyük hedeflerden biri. Yeni çağ tümüyle insanlığın imana dönüştüğünü vaadediyor. 
“Toplumlar kendi kimliklerine, yakın geçmişlerine nazaran, çok daha dikkat, hassasiyet ve şuurla sarılıyorlar. Niçin? Çünkü; tıpkı “ilahi bilgi” gibi “bilimsel bilgi” de felsefi pozitivistlerin iddialarının aksine; sonuç itibariyle insanı yaratıcısına ulaştırıyor; insan, ilim adına imanı yoketmek yolundaki baskıları reddedip fıtratına dönüyor; insan öğrendikçe kendi aczini daha kolay kavrıyor. Nitekim Kâinatın Yaratıcısı “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? diye buyuruyor. 
“Yeni çağda bazılarının beklentisi olan “medeniyet çatışması”nı ise sıcak çatışma olarak algılamamak lazım. Medeniyetleri de kültürler doğurduğuna göre, bu çatışma hep olagelmiştir. Lakin, yeni çağdaki medeniyetler çatışması; bir tarif ve tercih çatışması olacaktır. Sıcak bir çatışma değil. Belki bir yarış olarak… Bu yarış da bugünkü batı medeniyetinin eksiğinden doğacaktır. O eksiği kısaca “Allah’ı unutmak” olarak ifade edebiliriz. 
“Kitap şuuruna dayanan ve islam ile yoğrulan kültürümüz, güçlü bir medeniyeti meydana getirmiştir. Kültür ve medeniyetimizin kaynakları kitaplardadır. Bütün imkânlarına ve inanılmaz gelişmelere rağmen teknoloji, kitapları yok edemeyecektir, İnsan oldukça kitap da olacak, insanlar okudukça kitaplar basılacak ve yayılacaktır. Hayatın, ilmin, Devletimizin ve özel olarak Bakanlığımızın mevzuatının milletimizi tarifi “milli kültür”e dayanır. Hayatımızın bütün alanlarını kuşatan, kimlik ve kişiliğimizi oluşturan değerler manzumesi, sadece toplumsal hayata ait değildir. Kültür, iktisadi ve sınai hayatı da kuşatır. Kuşatmalıdır da… Estetik veya mimari ‘ruh’u olmayan binalar da, yanlışlıklar içinde olan insanlar da kültürün konusudur. Bütün bu alanlara bilgiyi olduğu kadar, milli kültür hassasiyetini de taşıyan kitaptır. Kitap bir kültür taşıyıcısıdır. Geçmişten kalanı muhafaza eder, yeni olanı takdim eder. Her iki halde de bilgiyi ve güzellikleri taşır, ulaştırır, öğretir, zevk verir, daha yeniyi sezdirir, yeni ufuklar açar. 
“Kitap yayınlarımızda, geçmiş kültür birikimimizin bütün kaynakları ile yeni çağın gerektirdiği yayınları aynı ağırlıkta milletimizin hizmetine sunmak ve insanlığın beklediği terkibi yakalamak vazifemiz olacaktır. 
İmanının kaynağında ilk olarak “Oku” buyruğu bulunan milletimizin evlatlarına düşen de; okumak, okumak ve okumaktır.”

Kitabın yazarı ve çizeri Ferit Avcı bu yazının kitabının girişine konması, ayrıca kitap basılırken iki sayfasının yer değiştirmiş olması üzerine dava açtı. Bu dava halen sürüyor. Bu yüzden gelin biz davayı da, eski Kültür Bakanı’nı da bir kenara bırakıp kitapla ve Ferit Avcı’yla baş başa kalmayı yeğleyelim:

Ferit Avcı çocuk dergilerinden yetişmiştir ama karikatürcüdür. Bu kitabındaki resimler ve bir süredir çeşitli kitap ve dergilere yaptığı resimler, (özellikle Kırmızıfare‘deki Sarah Jane öyküleri için yaptığı siyah beyaz resimleri görmelisiniz,) karikatürcü geçmişinin fotoğrafı gibidir. Ferit Avcı “Kırmızı Fili Gördünüz mü?” adlı kitabıyla 1995 yılında Kültür Bakanlığı tarafından verilen “Eflatun Cem Güney” büyük ödülünü almıştır,

“Kırmızı Fili Gördünüz mü?” adlı kitabın kahramanı büyük olasılıkla 5-7 yaşlarında bir erkek çocuktur. Yaş konusundaki tahminimi çocuğun tipine bakarak veriyorum çünkü resimlerdeki ipuçları yeterli değil. Çocuğun oyuncaklarını inceledim: Kova, top, tırmık, kürek, kamyon, tren, Rubi kübü, birkaç bilye. Fazladan, duvarda bir futbolcu posteri var. Bu, yaşı biraz yükseltiyor. Örneğin, bu futbolcu posteri ve Rubi kübü (bu ikincisi çocuğun babasına ait de olabilir) çocuğun yaşını üçten yukarı itiyor bana göre. Futbol topu da gerçek, meşin bir topa benziyor ama o görüntüde, plastik ‘çocuk topu’ da olabilir. İlerki resimlerden birinde kravat var. Ama bazen küçücük çocuklara da şirinlik olsun diye kravat takılabildiğinden bu bir ipucu sayılmaz. Oysa resimde olmayanlar da bize yardımcı olabilirdi: kalem, kâğıt, kitap, kitaplık, boya, defter… Ama bunların olmayışı bize çocuğun yaşıyla değil, hiç ummayacağımız bambaşka bir konuda ipuçları veriyor.


Bunlar niye yok? Olmak zorunda mı? Hayır. Çocuk kitabında ille de kitap resmi olacak, diye bir kural yok, olamaz da. Ancak sanatçının bu öğelerle ilgili en ufak bir ipucunu bile ortalıkta bırakmamasının nedeni sorgulanabilir. Çünkü bunun, eğer özellikle seçilmiş bir tutumsa, öykünün kurgusunda bir işlevi var demektir. Bu işlevi sanatçının kendisi bilinçli olarak hedeflemiş de olabilir, olmayabilir de. Yani sanatçı, kitabını hazırlamaya oturduğunda, benim az sonra değineceğim bir nedenle veya benim aklıma bile gelmeyen bambaşka bir nedenle, “Aman, kalem, kitap, kâğıt, boya vb. çizmeyeyim!” diye bir ön karar almış olabilir ya da tersine, kitabı hazırlayıp bitirdiğinde, “Aaa, hiç kalem, kitap, kâğıt, boya vb. çizmemişim!” diyebilir. Her iki durumda da bunun bir nedeni vardır. İlk durumda bu nedeni sanatçı kendisi açıklayabilir çünkü bu onun bilinçli tercihidir; ikinci durumda ise açıklayamayabilir. Ama kitap çıkıp önümüze geldiğinde sanatçının bunu bilinçli yapıp yapmadığı bizim için artık o kadar önemli değildir. Bizim için önemli olan, o yapılanın (ya da yapılmayanın) bizim algılayabildiğimiz sonucudur. İşte bu kitapta kalem, kâğıt, kitap ve boyanın resimlerde neden bulunmadığına ilişkin yorumuma şimdi geliyorum.

Kitap, kalem, kâğıt, boya bizi bulunduğumuz gerçekliğin ötesine taşıyan en güçlü araçlardır. Yazı yazmak, resim yapmak, kitap okumak gibi etkinlikler bizi o anda içinde bulunduğumuz ortamdan, ruh halinden, sorunlarımızın baskısından koparır, başka bir ortama götürür, başka bir ruh haline sokar. Buna hayal dünyası veya fantezi dünyası diyebiliriz. Gündelik yaşamın hayhuyları içinde hepimiz zaman zaman bulunduğumuz büroda, atölyede şöyle bir iki kaçamak saniye içinde evimize, köyümüze, bir sevdiğimizin yanına, yüksek bir dağın zirvesine, güneşli bir kumsala ya da belki daha basitçe, sıcak yatağımıza kaçıveririz. Ya da, piyangodan iyi bir para çıkarsa neler yapabileceğimizi kurarız gülümser bir ifadeyle. Fanteziler hep vardır.

İşte Ferit Avcı’nın bu kitabı da aslında fantezi, yani hayal dünyamız üstünedir.
Kitap, gerçek dünya ile hayal dünyamız arasında geçer. Kitabın sonu ise öyledir ki, “ol merhaleden her iki dünya görülür.”

Evet. Çocuk kahramanımız sabah uyanır. Burası onun odasıdır. Çocuk odası olamayacak kadar yalın ve çıplak bir oda. Yukarda saydığım oyuncaklar yerlere saçılmıştır. Kenarda bir komodin, üzerinde gece lambası ve duvarda altı hayvanın poz verdiği bir tablo. Tahta perde rayıyla da soyut, açılıp kapanması mümkün olmayan bir pencere, dışarda gece mavisi.

Oda ise köşesiz. Soldan başlayan duvar-döşeme çizgisi, sağdan başlayan çizgiyle birleşmiyor, Bu anlamda yine pencere gibi soyut ve “imkânsız” bir oda. Burası önemli. Neden önemli olduğuna az sonra geleceğim.

Bu resimde çocuk yatağında uyuyor. Pijamasının deseni koyu mor ve açık mor yatay çizgilerden oluşuyor. Boynunu çevreleyen ilk halka açık mor. Sayfayı çevirince yatakta ayağa kalkmış görüyoruz. Bu kez boynunu çevreleyen ilk halka koyu mor. Yani ilk resimdeki pijama başka, ikincideki başka. Bu da önemli.


Çocuğun ayağında çorapları var. Yani ilk resimde ortalıkta çorap görülmediğine göre çocuk herhalde çoraplarıyla yattı. Belki çok soğuk. Kalorifer vb. yok. (Ev belki de yerden ısıtmalı.) Sabah olduğunda pencereden yağmur yağdığını görüyoruz. Yaz yağmuru değilse eğer, hava soğuk olabilir. Çocuğun çoraplarını dolaptan alıp giymiş olması az bir olasılık çünkü hem çocuğun dağınık bir çocuk olduğunu öğrendik. Çoraplarını yatarken yere atmak yerine dolaba yerleştirmiş olması düşünülemez. Hem, dolaptan aldıkları temiz çoraplarıysa, kirlileri nerede?

Her iki resmi karşılaştırırken yorganın renklerinin de değiştiğini göreceksiniz. Örneğin, ikinci resimde yorganın eteklerinde bulunan yeşil kareler ilk resimde yok.

Buraya kadarki ayrıntılar daha önce değindiğim gibi sanatçının amacı doğrultusunda da olabilir, onun bilinci dışında da. Hatta, sanatçının asla bu kadar derin düşünmediğini ileri sürüp, onu savruk olmakla da eleştirebilirsiniz. Bu hiç önemli değil. Bunların bizim okur olarak öyküden aldıklarımızla (veya alamadıklarımızla) olan ilişkisidir önemli olan.

Yazarın, yazdıklarıyla kendi amaçladığının dışında mesajlar vermesi sık rastlanan bir durumdur. Örneğin:

“Ahmet şirin bir köylü çocuğuydu. Osman adında bir babası vardı ve onu hiç dövmezdi”

cümlesiyle başlayan bir öyküde biz iyi bir baba ile karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Çünkü oğlunu dövmeyen bir babadır bu. Yazarın bize iletmek istediği mesaj budur zaten. Ama bu cümleyle biz, yazarın vermek istediği mesajın dışında bir mesaj daha alırız:

“(Bu köyde) babalar çocuklarını döver.”

Yazarı bu mesajı vermeyi amaçlamış da olabilir, amaçlamamış da. Hatta bu cümlesiyle bize böyle bir mesaj ilettiğinin farkında bile olmayabilir.

İşte, Ferit Avcı’nın kitabında şu ana kadar ilettiğim ayrıntılar da bu türden ayrıntılar. Çocuğun çorapları, pijaması, vb., sanatçının bilinci dışında da mesajlar verebilir bize. Örneğin, resimlerde kitapların yer almaması sanatçının bilinç dışı bir tercihine bağlanabilir. Kim bilir? Günlük yaşamı yayın hayatında geçen bir insan olarak belki de kitap görmekten bıkmış olabilir Ferit Avcı. Odanın dağınıklığı sanatçının özel hayatında çok dağınık ya da çok derli toplu olmasıyla ilgili olabilir. Bunları çeşitlendirebilirsiniz. Ama bu bir metin incelemesinden çok, sanatçının incelenmesine götürür bizi. Dolayısıyla da amaçlarımız açısından bir yere götürmez. Bu nedenle aynı ayrıntılar, sanatçıdan bağımsız olarak, kitapla okur arasındaki iletişim açısından ele alınmalıdır, ki bu yazıda amaçladığımız da bu türden bir otopsidir.

Sanatçının özellikle ve bilinçli olarak oluşturduğu ve öykünün de var oluş nedenini oluşturan olay ise ikinci resimde duvardaki tablodan kırmızı filin eksilmiş olmasıdır. İşte önemli olduğunu söyleyerek yukarda değindiğim birkaç noktaya şimdi geliyorum:

Kırmızı filin tablodan eksilmiş olması, sabah gerçek dünyaya uyanan bir çocuk için gerçek olmayan, yani hayal (fantezi) dünyasına çıkarılmış bir davetiyedir. Düşünün, her zamanki yatağınızda sabah uyanıyorsunuz ve kendinizi örneğin ıssız bir adada buluyorsunuz. Az ötede de sinema dünyasının hayran olduğunuz çekici kadınlarından biri… Belki de uyanmadınız? (Ya da ısrarla uyanmamayı sürdürdünüz.) Bu gerçek mi yoksa rüya mı, diye sorgularsınız.

İşte bu ikinci resim, gerçek dünyaya yatan bir çocuğun sabahleyin hayal dünyasına davet edildiği resimdir. Yani başka bir deyişle birinci resimle ikinci resim arasında bir gerçeklik farkı vardır. İşte birinci resimde olmayan bazı şeylerin ikinci resimde yer alması ya da iki resimdeki farklılıklar bize başka bir dünyaya doğru yaklaştığımızın ipuçlarını verir. Yani değişen aslında yalnızca tablodaki kompozisyon (yani kırmızı filin ortadan yok olması) değildir. Çocuk ilk anda filin eksikliğini fark etmez. Burası çok önemli.

Çünkü fantezi dünyası bizi çağırdığında direniriz. Uyanınca kendinizi ıssız bir adada bulduğunuzu düşünün, ne yaparsınız? Hemen bu inanılmaz armağanın tadına varmaya mı çalışırsınız yoksa bunun gerçek olup olmadığını anlamak için kendinizi mi çimdiklersiniz? Herhalde önce emin olmak istersiniz.

İşte çocuk da henüz koskoca filin resimdeki eksikliğini algılamıyor, direniyor. Tablodaki figürler ise hareket halinde. Belli ki onların tümü zaten gerçek dünyaya ait değiller.

Çocuk filin eksikliğini fark ettiğinde ne yapıyor?

Siz odanızdaki bir şeyin eksikliğini fark ettiğinizde ne yaparsınız? Ararsınız? Onun bulunabileceği her yere bakarsınız. Yatağın altına, dolaba… Çocuk da bunu yapıyor. Tablodan kaybolan fili, yani gerçek dünyaya ait olmayan, hayal dünyasının bir figürünü gerçek dünyada arıyor. Odadaki gerçek dünya ise dolap ve yatağın altı. Oralarda bulamadıktan sonradır ki, artık gerçek dünya ile yetinemeyeceğini anlayıp kendisi için çıkarılan ısrarlı daveti kabul etmek zorunda kalıyor. Ne yapıyor? Gidip tablodaki öteki figürlere tek tek soruyor, “Kırmızı fili gördünüz mü?” diye.

(Kitabın sayfalarının basılırken karıştığı yer işte tam burası. Sayfalar karıştığı için, çocuk yatağının altına ve dolaba bakmadan, yani gerçek dünyadaki arayışını tamamlamadan, gidip mavi balinaya soruveriyor. Oysa, kitabın aslındaki sıralamada önce yatağın altı, dolap, daha sonra nihayet gerçek dünyada bulamayacağını kavrayıp teslim olma var.)


Sonunda kırmızı fil kendiliğinden çıkıp geliyor. Nereye gittiğini, neler yaptığını bilmiyoruz. Ancak ipuçlarımız var: Dışarda dolaşmış, ıslanmış ve yorulmuş. Odanın içinde çamurlu olduğu anlaşılan ayak izleri bırakıyor. Tablodaki yerini alıp hemen uyuyor. Yüzünde çok fazla şey söyleyen bir ifade yok. Ama üzgün. Neden üzgün olduğunu, nereye gittiğini, neler yaptığını bilmiyoruz. Üzüntüsü bir tür özür olabilir, haber vermeden gittiği için. Belki de, azar işitmemek için küçük bir taktik. Yine de, “Ben dilediğimi yaparım ve kimseye de hesap vermem!” diyen ama küstah olmayan bir tavrı var. Çocuk ise onun geri dönüşünden hoşnut ama onu sorgulamaya niyetli gözükmüyor.

Şunu diyebilir miyiz? Hayal dünyamızın sınırları yoktur ama hayatın sınırları var. Odamız temiz ve düzenli ama dışarda yağmur yağıyor ve yağmurda oynamak kim bilir ne kadar zevklidir. Ama annemiz izin vermez, ıslanırız, hasta oluruz, ev çamurlanır. Bu durumda dışarı çıkmamıza izin yok ama başkası çıkabilir, başkasını biz çıkarabiliriz, hayallerimizi kim dizginleyebilir? Ama geri döneriz. Gerçek dünyayı oluşturan tabloda bizim bir yerimiz vardır, çocuk olarak, anne olarak, baba olarak… Tablodaki yerimize döneriz ve yorgun ama mutlu uyuruz. Bu, maceranın bittiği, uzak yol gemilerinin nice fırtınaları atlattıktan sonra limana sığındığı andır. Ama her yolculuk gibi, her macera gibi, yaşanan her şeyin üzerimizde bir izi vardır. Gittiğimiz gibi dönmeyiz. Yaşadığımız maceralı yolculuğun yıpratıcı ama değiştirici etkisini üzerimizde taşırız. Gittiğimizden farklıyızdır. Farklı izler bırakırız artık. Yerdeki çamurlu ayak izleri kitabın en vurucu yeridir. Fil tablodaki yerini almış, hayal dünyasından gerçeğe dönülmüştür artık. Ama yerde ve duvarda ayak izleri vardır. Hayal dünyamızla yaşadığımız gerçekliği, her iki dünyada da var olarak, birbirine bağlayan, bir bağdır bu izler. Bizi hayal dünyasına, şu, kâğıtla, kalemle, boyayla oluşturulmuş, kırmızı fillerin, mavi balinaların, pembe farelerin bulunduğu fanteziler dünyasına davet eden, yolu gösteren izlerdir, kalemi, kâğıdı, boyayı gösteren izler…

Ferit Avcı eğer resimlerde kalem, kâğıt, boyayı da görsel öğeler olarak kullansaydı belki de bu kadar vurucu bir etkiyi sağlayamayacak, bu nesnelerin kendilerinin fantezi öğeleri olmaları, kurgudaki fanteziye davet mesajını örtecekti.

Ferit Avcı’nın Kültür Bakanı’na açtığı davanın nasıl sonuçlanacağını bilemeyiz ama bir çocuk kitabının metninin mahkeme salonunda tartışılması, hakimin yukardaki analizin küçük bir özetini büyük bir ilgiyle dinlemiş olması eşine az rastlanır olaylardandı. Bu sevimli hakim belki de daha önce, “çocuk öyküsünde fantezinin kullanılması, gerçek ile gerçek olmayan kavramı, öykü kurgusuyla resimlemenin ilişkisi” gibi konularda bu kadar kafa yormak zorunda kalmamıştı.

Ama galiba çok zevk aldı…

——
Binbirkitap Dergisi, Kış 1998, Sayı 1, sayfa 24