Kemalettin Tuğcu: İçindeki Çocuk İçin Yazan Adam

Konuşmacılar: Nemika Tuğcu
Turan Yüksel
Prof. Dr. İnci Enginün
Gülten Dayıoğlu
Fatih Erdoğan
Yöneten:
Mustafa Ruhi Şirin
Tarih:
5 Kasım 1996
Yer:
TÜYAP Konferans Salonu, saat: 14.15-16.00

Mustafa Ruhi Şirin: Yüreğini cız ettiren bir ses duyduğunda, gerçeği düşle süslemede mahir kalem. Yazarlığı bir tiryakilik hali, yazmaktan aşırı hoşlanma ve yazmayı sığınak kabul etme. İyi ayarlanmış kurgularla, içindeki çocuğu inzivadan kurtarmak için 80 yıl süren bir çaba. Koşarak yazan, buna karşılık sessiz bir çığlık gibi yaşayan adam. Kolay ve hızlı okunmasının nedeni de bu olmalı.
Herkes onun yazdıklarında biraz da kendini bulmuş ama Tuğcu’ya çocukluğunda okuyanlar büyüdükçe en çok eleştirenler arasında yer almış. Vefalı çıkanların sayısı ise çok az.
Kemalettin Tuğcu; modern zamanların masalcısıydı. Hayatı mutlu sonlara ayarlayan iyi kalpli bir kuklacıydı. Bu toprakların tanıdık, bizden, acıklı hikayesinin yaman yazıcısı. Radyolu yılların kitabevlerinin süsleyen çocuk kitapları yazarı. Tek başına bir çocuk okuluydu. Zavallı, kimsesiz, engelli çocukları, yaşlı ve yoksulları yazdı, diye onun kadar eleştirilen bir başka yazarımız da olmadı.
Nasıl bir yazar olduğu ise hiç merak edilmedi. Aile çevresi, köy ve şehir yaşantısının değişen yüzlerini göstermekten çekinmedi. Kimse onu kendi tarafına çekmeyi de başaramadı. O da La Fontaine gibi bir kaderi yaşadı. Kralın yandakilere göre kralın karşısında, kralın karşısındakilere göre kralın yanında yer almayı tercih etmedi. Her zaman içindeki çocuktan yana oldu. Çocuk yüzlü yolculuğunu sürdürürken araya ışıklı bir kedi girdi: Televizyon. Masalların yerini çizgi filmlerin almasıyla Kemalettin Tuğcu melodram dönemi de tarihin sahnesinde yerini aldı…
Birazdan Türkiye’de en çok çocuk kitabı yazmış, en çok okunmuş ismi üzerinde az konuşulmuş bir yazarımız; Kemalettin Tuğcu üzerine, vefatının üçüncü haftasında konuşacağız. Bu konuşma aynı zamanda Kemalettin Tuğcu portresinin ortaya çıkmasına katkıda bulunacak bir anma programı olacak.
Konuşma sırasına göre Kemalettin Tuğcu dostlarını tanıtmak istiyorum. Nemika Tuğcu, Turan Yüksel, Prof. Dr. İnci Enginün, Gülten Dayıoğlu, Fatih Erdoğan ve henüz gelememiş olan Selim İleri.
Ben ilk sözü Nemika Tuğcu’ya vermek istiyorum. Çocukluğunu Kemalettin Tuğcu’nun yakın çevresinde yaşamış, bir yönüyle de Kemalettin Tuğcu okuyarak büyümüş bir yakını, Nemika Tuğcu. Nemika Tuğcu, size yansıyan ve sizin yansıtmak istediğiniz Kemalettin Tuğcu portresini nasıl çizmek istersiniz. Buyrun, söz sizin!

Nemika Tuğcu: Bir yazarı en iyi tanıtmanın yolu, yazdıklarını okumak. Ancak okuduklarımız ışık tutar düşüncelerine, duygularına, hayat görüşüne. Kemalettin Tuğcu, 18 Ekim 1996’da aramızdan ayrıldı. Gazetelerde yer alan kimi başlıklardan örnekler vererek söze başlamak istiyorum: Tuğcu, Yalnız Yaşadı ve Ölüme Yalnız Gitti. Çocuk Edebiyatımızın Kalemi Tükendi. Kimsesiz Çocuklar Babasız Kaldı. Küçük Dünyaların Romantiği Yok Artık. Hikâyeci Baba Öldü. Gözyaşının Yazarı. Ayşecik’e Hayat Verdi. Tuğcu Aramızdan Sessizce Ayrıldı. Çocukluk Arkadaşımdı Kemalettin Tuğcu. Çocukluğumuzun Romancısı Öldü, Kitaplarıyla Yaşayacak.
Yalnızlık, acı, kimsesizlik, gözyaşını anlatıyor bu başlıklar. Bense size bir yakını olarak, amcam Kemalettin Tuğcu’yu anlatmak istiyorum. Kemalettin Tuğcu, 100 yıla yaklaşan yaşamı içinde, dünyada çocuklar için yazmış, Guinnes rekorlar kitabına girecek kadar çok yazmış biri. Bence, Türk popüler yazının en önemli temsilcisi.
1902 yılında İstanbul’da, Çengelköy’de dünyaya gelmiş. Babası Kolağası Ali Galip Bey. Annesi Şazimend Hanım. Büyükbabası Faik Bey, Sultan Hamid’in mümtaz komiseri. Babaannesi Ayşe Hanım. Anne tarafından dedesi Mehmet Remzi Bey tüccar. Anneannesi Şahber Hanım. Kemalettin Tuğcu’nun kendisinden bir yaş büyük bir ağabeyi vardı. Nurettin Bey; o da babası gibi subaylık mesleğini seçmişti. Kızkardeşi Atiye Hanım ve en küçükleri Faik Necdet Bey ( O benim babam ).
Amcam çok zeki bir insandı, çok güçlü bir hafızası vardı ve çocukluğuna dair anılarını çok net bir şekilde ve bütün ayrıntılarıyla hatırlardı, anlatırdı. Bunlardan biri de 31 Mart Vak’ası. Bunu onun ağzından size anlatmak istiyorum. Altı yaşına dair olan bu anısı şöyle: Sultan Hamid’in avcı taburlarının isyan ettiğini duymuştuk. Babam o zaman Teğmen’di ama sivil geziyordu. Bizim köşkün hemen yukarısında. Sultan Vahdettin’in annesine ait köşkte saklanıyordu. Geceleri gelip bizi görüyordu. Köşkün etrafının zaptiyelerle dolu olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. İsyancılar mektepli subayları öldürüyorlardı. Bir irtica hareketi olmuştu. Daha sonra 10 Temmuz 1908’de İyd-i Milli yapıldı. İkinci Meşrutiyet ilan edilmişti. Her tarafta şenlikler oldu. Dedem Faik Bey’i sorguya çekmek için bir gece gelip götürdüler. 24 saat sonra getirdiler. Hiçbir suistimali bulunmadığı için geri getirmişlerdi ama dedem çok korkmuştu. O korkuyla dedem şeker hastalığına yakalandı.
6 yaşındaki bir çocuk için isyan, irtica, ölüm, sorguya çekme nasıl bir anlam taşır? Çocukluk dönemi bir çocuk için nasıl bir önem taşır? Çocukluk dönemi daha sonraki yılların psikolojik açıdan belirleyicisi midir?
Bir süre sonra Çengelköy’deki köşkten Fatih’teki konağa taşınılır. Nedeni çok açık söylenmemiştir ama baba ile oğul arasındaki bir sürtüşme, bir hadise olabilir. Fakat oradaki ikametleri fazla sürmez. 1918 yılında Cibali-Fatih yöresinde 7500 evin kül olmasına neden olan yangın oraya da uzanır ve her şeyleri yanar. Yangından kurtarılan , Galip Bey’in ( Kemalettin Bey’in babası ) kocaman bir kitap sandığı ile Şaziment Hanım’ın (annesi) kuyruklu piyanosudur.
Yoksulluk dönemi başlamıştı. Bu dönem için “Nasıl bir yoksulluk?” dediğimde babam bana şunları söylemişti: Biz Fatih’teki konaktan çıkıp, Çengelköy’deki köşke gittik. Fatih’te hepimizin altın kupaları vardı ama Çengelköy’e gittiğimizde artık bunlar yoktu.
Çengelköy’deki köşkte büyükbaba Mehmet Remzi Bey, Şahber Hanım, baba Galip Bey, Şaziment Hanım, bunların yanı sıra dört arap halayık bulunuyor: Gonca, Tensuf, Menekşe ve Nergis. Evdeki bu hizmetkârları büyükbabam daha sonra nüfusuna geçirtmiş. Baba, yani Galip Bey bir asker. İki metreye ulaşan, heybetli görünüşüyle herkesin hem çok sevdiği hem de çok çekindiği biri. Asker olduğu için de tabii eve muntazam gelemiyor. Anne daha ziyade çocuklarla meşgul. Baba çok okuyan, Fransızca bilen, pek çok Fransızca kitabı olan bir baba. Zaten çocuklara okuma sevgisini ve zevkini veren baba. Önce büyük oğlu Nurettin Bey’e öğretmiş okuma yazmayı. Kemalettin Bey de kapı aralığından dinleyerek, kulak vererek sökmüş okumayı. Anne çok güzel keman çalan, yumuşak, sevecen, şefkatli bir kadın. Bütün çocuklar annelerinden almış müzik sevgilerini ve bilgilerini. Ayrıca bütün kardeşler birkaç enstrüman çalardı. Ben Çengelköy’ ki köşkte 30’u aşkın insanın toplandığını, fasıl yapıldığını, yenilip içildiğini biliyorum. 60’dan sonra o köşk yıkıldı. İtalyanların Trablusgarb’ı işgalinden sonra başlayan Balkan Savaşı sırasında babası Çanakkale’ye atanan Kemalettin Tuğcu’nun her defasında heyecanlanarak anlattığı bir anısını da burada size aktarmak istiyorum: Babam, Cevat Paşa’nın emrinde 27. Alayın 3. Taburunda kumandandı. Biga’dan Çanakkale’ye gelmiştik. Bizi harem olarak daima taşırdı babam. Çanakkale’nin Saat Mahallesi’nde bir evde oturuyorduk. Bir sabah sokağa çıktım, bir de baktım ki Çanakkale halkı bir nehir gibi akıyor. Kapılar açık, yatak yorgan sırtlanmış, çoluk çocuk bağıra çağıra gidiyor. Halk kaçıyor. Az sonra babamın emir eri Hafız Efendi geldi. Hanımefendi haydi gidiyoruz, beyefendi emretti hastane bayırına gideceğiz, dedi. Gebe bir atın üzerine bir yatak, bir sepet bir de yedi sekiz aylık kardeşim Faik’i alıp yürümeye başladık. O sırada Çanakkale’de kimse kalmamıştı. Geriye dönüp baktığımda mecmualarda neşredilen, Çanakkale zorlaması gözümün önündeydi. Zırhlılar gelmiş, ateş ediyor, torpidolar vızır vızır geçiyor, mayınlar patlıyor… Daha sonra Belgaz kasabasına kaçtık. Adı sonradan Umurbey oldu. Anafartalar muharebesine gireceğimiz sırada babam omzundan bir kurşun yedi ve bizi görmek için Belgaz’a geldi. Sonra Çanakkale ve oradan da İstanbul’a döndük. Bu hadise olduğu zaman 13 yaşındaydım. Savaş, patlayan bombalar, torpidolar panik içinde kaçışan halk, korku ve endişe, 13 yaşında bir çocuğun tanık olduğu başka bir olay bu da. Kemalettin Tuğcu, aynı zamanda yakın tarihimizin de canlı tanıklarından biriydi.

İlk romanını 1915 yılında yazmış, yani 13 yaşında. Ama hemen onu yakmış. Neden yaktınız diye sorduğumda, “Bilmiyorum, çocukluk işte; ben vakit geçirmek için, oyalanmak için yazıyorum” yanıtı hep bu olmuştu. “Ben kendim için yazıyorum, kendime boyut hasıl ediyorum. 1927 yılında yazdığı Fazilet Tacı adlı romanı Cumhuriyet gazetesine gönderiyor, ama ertesi gün vazgeçiyor ve telefon ediyor “Lütfen romanımı çöp sepetine atınız!” Bu da tabi farklı bir duygu. Daha sonra Üç Aylıkla adlı romanı, bu şekilde kaybolup gidiyor.

Bir süre Ankara-Çankırı demiryolunda, bir süre bir marangozun yanında, bir sıhhiye deposunda çalıştıktan sonra; akrabalarının da yardımıyla1932’de makinistlik, mürettiplik, mücellitlik öğrenmek üzere (sonradan Türkiye Yayınevi adını alacak olan) Mektep Neşriyet Matbaası’nda çalışmaya başlıyor. Bu Babı-Ali’ye attığı ilk adımdır, ilk görevidir.

Anlatmaktan hoşlandığı ilginç anıları var. 1937 yılında yayınladığı ilk kitabı Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? kitabı Arif Bolat Kitapevi tarafından yayınlanıyor. Daha sonrada Cilt Güzelliği ve Sizin İçin Ne Diyorlar? adlı kitapları yayımlanıyor. Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz yayınlandıktan sonra Şevket Rado, Akşam gazetesinde bir makale yazıyor: Koca Öküz mü ki Muhafaza Edilsin! Daha sonra Kemalettin Tuğcu, Şevket Rado’nun sekreteri oldu ve uzun süre birlikte çalıştılar.

Amcam çok çalışkan bir insandı, yazmayı severdi, okumayı da çok severdi. Gözleri görmeyinceye kadar… Hiçbir zaman narsist olmadı, ben merkezci olmadı. Çok ince ve zarif bir şekilde çocuklara sevgiyi, arkadaşlığı ve çalışkanlığı öğretiyordu. Son derecede tok gözlü ve adil bir insandı. Torununun bir başkasının bahçesinden kopardığı gülü, oğlunun komşusunun bahçesinden kopardığı bir salkım üzümü derhal iade ettirirdi ve şöyle derdi: Sen bunu yetiştirmek için emek harcadın mı?

1974 yılında emekli olduktan sonra, haftada birkaç gün matbaaya gitti geldi. Sonrada bıraktı. Kendine özgü esprileri olan biriydi. Suratsız ya da asık suratlı değildi ama ciddi biriydi, yani biraz çekinirdik. Ya da biraz mesafe koyardı. Hayatı boyunca paraya önem vermedi. Kol kırılır yen içinde kalırdı. Bunu annelerinden öğrenmişlerdi. Çünkü üst üste gelen felaketlerden sonra maddi sıkıntıya düşülmüştü ama annenin arsaları ya da rehine koyulan mücevherler bu durumu düzeltmişti. Belki o nedenle bütün çocuklar annelerini çok sevmişti. Amcam da annesini çok severdi ve çok bağlıydı annesine.

Kemalettin Tuğcu, eşi öldükten sonra önce kızıyla daha sonra oğluyla birlikte oturdu. 1990 yılında katarakt ameliyatı oldu. Gözleri çok az görüyordu. Ama devamlı olarak televizyon başındaydı. Televizyonu sadece dinliyordu. Konuşmaları takip ediyordu. Yani hayatın peşini bırakmadı hiçbir zaman. Politikayla da ilgileniyordu. Hatta kimi politikacılara isimler takıp onlarla alay da ediyordu. Atatürk ve laiklik düşüncesi bozulmadan ve örselenmeden yüreğinde kaldı. Türkiye’nin durumunu zaman zaman kuşkuyla izledi. Öyle sanıyorumki yürüyecek, görecek gücü olsaydı; bir takım şeylere itiraz edecek eylemlere katılırdı.

Yazmayı son günlerine dek bırakmadı. Disiplinli bir insandı. Sabah kahvaltı saati hiç bir zaman şaşmazdı. Saat 8.30’da kalkar kahvaltısını yapar; 9.30’da yazı masasının başına geçerdi. Saat 10.00’da kahvesini içer, 12.30’a kadar yazardı. Yemek yer, bir saat kadar uyur, sonra saat 3’den beşe kadar yazardı. 5’te televizyon dinlemeye giderdi.

Kemalettin Tuğcu gibi bir yazarı tanımak için onun kitaplarını okumak gerekir, ancak o şekilde düşüncelerini anlayabiliriz. Onun dışında aile büyüğümüz olarak bize her zaman doğru yolu göstermiş, çok iyi çocuklar yetiştirmiş. Çocukların yanında bugün birçok yazar, birçok politikacı onun kitaplarıyla temel değerleri kazanmışlardır. Amcama dair son ve benim için çok önemli bir anıyı sözlerime son vermeden önce size okumak istiyorum:

Günlerden cumartesiydi. Yaz birden bire sonbahara dönmüş, havada güz kokuları duyulmaya başlamıştı. Amcam bir kez daha başka bir kuzenimle haber yollamıştı. Nemika neden bana gelmiyor? Neden gitmiyordum ya da neden gidemiyordum. Ona her uğrayışımda bana baban nasıl, yemek yiyor mu? Söyle ona kendisini bırakmasın, derdi. Şimdi o bana “başın sağolsun!” bende ona “başımız sağolsun” mu diyecektim. Ölen benim babamsa onun kardeşi değil miydi? Bütün bu düşüncelerin ya da mazeretlerin, onunla yüz yüze gelmemek için bahane olduğunu biliyordum. Ya kendimi tutamaz da salya sümük ağlarsam ne olurdu? Belki ikimiz birlikte ağlardık, belki ikimiz birlikte daha güçlü, haykıra haykıra, avaz avaz ağlardık.
Hiç biri böyle olmadı. Odasından içeri girdiğimde yatağında oturuyordu. Önündeki bir kutu kuş lokumunu, cam bir kavanoza yerleştirmekle meşguldü. Yatağının kenarına oturdum, sol kolunu hafifçe omzuna atıp kulağına eğildim “merhaba amca!” Hoşgeldinden sonra, “Sen kimsin?” dedi. (Gözleri görmüyordu çünkü) Ben, dedim; en güzel, en akıllı, en bilgili yeğeninizim. Haaa, dedi; geldin mi? Al bakalım şu lokumlardan bir tane. Birden fazla vermez misiniz? Al kızım al al! Güldük, Sonra ikimizde sustuk. Uzun bir süredir el yordamıyla da olsa işini mükemmel bir şekilde görüyordu. Lokumları tek tek kavanoza yerleştirip doldurduktan sonra önce kutunun sonra kavanozun ağzını sıkı bir şekilde kapattı, elinden almaya kalktığımda ben koyarım dedi. Uzandı baş ucundaki komodinin boşluklarını buldu, ikisini de yerleştirdikten, ikisinin de düşmeyeceğinden emin olduktan sonra elini çekti. Yatağının kenarlarını yokladı. Yastığının altından mendilini aldı, burnunu sildi. Ne kadar da yaşlanmıştı. İlerlemiş yaşına rağmen fazla buruşup, pörsümemiş yüzüne, görmediği halde görüyor gibi bakan gözlerine baktım. Gittikçe beyaza dönüyordu yüzünün rengi. Ben söze nereden, nasıl başlayacağımı düşünürken, o konuştu: Baban 30 Ağustos’ta doğdu. Çok sıcak bir gündü. Ağabeyimle ben, aşağı bahçede mağara gibi bir oyuk vardı, sende bilirsin, orada birbirimize sokulduk. Annemin feryatlarını dinliyoruz. Doğum yapıyor tabi kadın. Benden 12 yaş küçüktür baban. Kur’an’a yazdın onun doğum tarihini. Allah bütün kardeşlerinin acısını gösterdi bana.
Birden bu konuşmayı bitirdi. Oysa ben devam etmesini istiyordum. O güne dek, birini yitirip bir daha göremeyeceğimiz güne gelinceye dek; bazı ayrıntıları merak etmeyiz. Yitip gidince de; o bilemediğimizin ardından koşup yakalamaya çalışırız. Ağladığımı anlamasın istiyordum. Onun için hiç sesimi çıkarmadım. Onunda gözleri nemlendi, sağ eliyle dizini oğuşturmaya başladı. Sen nerede oturacaksın şimdi. Burada kalacağım, dedim. Çengelköy’ü seviyorum. Babanın odasını değiştir, kullanabileceğin gibi eşyaların yerlerini değiştir. Muhafaza edersen her gün o acı hatıraların tazelenir. Buna tahammül etmek güçtür, dedi. Amcamla babama dair bir daha hiçbir şey konuşmadık.
Yanında kaldığım süre içinde televizyon kanallarında yapılan programların birbirine çok benzediğini, oysa seyircinin ilgisini artırmak için eğitici, öğretici parodilerin yapılmasını istediğini söyledi. Birkaç örnek verdi ve sen bunları söyle, dedi. Kime söyleyecektim bilmiyorum. Sonra uzanıp yatağının baş ucunda Dağarcık adını verdiği şiirlerini aldı. Şimdi bunları oku bana, dedi. Kırmızı kurdele ile bağlanmış şiir müsveddelerini yüksek sesle okudum. Yanlış okuduğum yerleri hemen düzeltti. Bunlar şarkı olarak bestelenilebilir, dedi. Uzun uzun konuştuk. Leyla, kahvaltısını getirdi. Çatalını aldı eline küçük küçük doğranmış ekmekleri batırmaya çalıştı. Iskaladığını görünce, bıçağın ucuyla ekmekleri çatalın ucuna doğru ittim. Sen bırak, dedi. Ben uğraşıp kendim alacağım. Çayı birlikte içtik. Sonra izin istedim. Nereye gidiyorsun, dedi. Eve gidiyorum amca. Pekala akşam yemeğe gel. Burada hep birlikte yeriz. Yalnız başına oturma. Gelirim amca, dedim. Akşam yemeklerini beraber yiyişimiz uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra sofraya gelemedi. Yatağında yedi.

Çocukları, yeğenleri, torunları, okurları onu hiç yalnız bırakmadı. Görmese de hep yazmaya çalıştı. Göz naklinin nasıl yapıldığını, hangi yaşa kadar yapılabildiğini sordu. İlkbaharda evin çevresinde tutunacak demirler yaptırıp bahçede kendi kendine dolaşmak istediğini söyledi. Hayata olan ilgisi, yazma isteği hiç bitmedi. Penceresinin önündeki ortancaları dışarıyı görmesini engelliyor diye söktürüp, bahçenin bir başka köşesine ektirdi. Ne yemek istersiniz, sorusuna verdiği yanıt hepimizi çok güldürdü: Biz ailecek sürprizlerden hoşlanırız.

Torununun çocuğu hayattaki en büyük mutluluklardan biri oldu. Yavaş yavaş, büyümesini, koşmasını, okula gitmesini keyifle izledi.
Kemalettin Tuğcu, acılarıyla, sevinçleriyle gerektiği gibi yaşadı. Mutlu ve mutsuz oldu, ve sessizce gitti.

Mustafa Ruhi Şirin: Nemika Tuğcu’ya teşekkür ediyorum. Kemalettin Tuğcu portresini, aile çevresinden bir yazardan dinledik. Birkaç yıl önce Turan Yüksel’in Kemalettin Tuğcu’yu nasıl keşfettiğini dinleyeceğiz. Kemalettin Tuğcu’yu, hazırladığı biyografisi çerçevesinde anlatacak bize; buyurun Turan Bey.

Turan Yüksel: Teşekkürler. Ben Tuğcu’nun yayınlanan kitaplarının sayıları ve okunurluluğu, bu okunurluğunun yükselişiyle, gelen tepkilere veya olumsuz eleştirilere değinmek istiyorum. Öbür yanını diğer konuşmacılara bırakmak istiyorum. Nemika Hanım’ın demin çok güzel belirttiği gibi ilk kitapları Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? gibi, büyüklere yazılmış kitaplar. 1937 yıllarında çıkıyor. 1943 yılında ise Evin Romanları dizisinde, İşsiz Adam, Saadet Borcu, Uçurum, Küçük Sevgili, Taş Yürekli adlı büyükler için yazılmış romanları yayınlanıyor. Bu arada çocuk dergilerinde, Yavru Türk’te çocuk şiirleri ve öyküleri çıkıyor ama 1955 yılına gelene dek hep büyükler için yazmış oluyor. 1955 yılında Doğan Kardeş, Hayat Dergisi arşiv ve kütüphanesinde çalışmaya başlıyor. Aynı yıl Ceylan Çocuk Yayınları’ndan Sokak Çocuğu başta olmak üzere, Düşkün Çocuk, Korkunç Yıllar, Ahretlik, Çocuksuzlar, Serseri Çocuklar, Yolunu Şaşıran Adam, Unutulan Çocuk, Hırsızın Oğlu ve Yetim Malı adlı çocuk romanları ard arda yayınlanıyor. Dizinin son kitabı 1959 yılında çıkmış oluyor. İşte bu onluk diziyle, Türkiye’de kitap okuma sınırlarını Kemalettin Tuğcu yıkmış oluyor.
1963’ten sonra kitaplarını yayınlayan İtimat Yayınevi’nin sahibi geçen yıl vefat eden Ali Gazteci Bey anlatmıştı: “Romanları çıktıkça, artık kitapçılarda özellikle Anadolu’da bulamamaya başlanıyor ve gazete bayilerinde çocuk kitapları satılmış oluyor. Bu ilk kez Türkiye’de Kemalettin Tuğcu ile gerçekleşmiş oluyor. Sonunda İtimat Kitapevi kitaplarını alıyor ve 85 kitabını yayınlıyor. Yayıncının dediklerini size aktarayım: Önce 10-15 bin adet bastım kitaplarını… Gittikçe yükseldi, üç ay sonra dört ay sonra yine bitti. 30 bine çıktı kitaplarının her birinin satış sayısı.”

Türkiye’de bu rakamlara ulaşmış hiç bir çocuk kitabı yoktur. 85’e çıkarıyor kitap sayısını. Ondan sonra diğer yayınevleri basmaya başlıyor kitaplarını. Sonunda kütüphane kayıtlarından ve kitabını yayınlamış yayınevlerinden aldığım bilgilere göre 311 yayınlanmış kitabını saptayabildim. Son şiir kitabıyla 312 olmuş oluyor. Şu anda ailesinin elinde yayınlanmamış romanlarının olduğu da bilinmektedir. Ben sadece yayımlanmış ama saptayabildiğim, kayıtlardan çıkarabildiğim kitaplarının sayısını size söylemiş oluyorum. Bu denli roman yazmış, ülkemizde kitap yazma rekoru kırmış Tuğcu, okunulmasında erişilmemiş rekorlara da ulaşmış oluyor. Hem kitaplarının sayısı hızla artıyor hem de okunurluğu büyük bir ivme içinde yükseliyor.

Gençliğinde Çengelköy’de Millet Mektepleri’yle başlatılmış okuma yazma seferberliğinde alfabeyi söktüren Kemalettin Tuğcu, Mustafa Ruhi Şirin’in dediği gibi çocuk kitapları ile çocuklara okumayı sevdirmiştir.

Peki, Kemalettin Tuğcu’nun ulaştığı bu sayısal rekorların yanında yazdıkları nasıl değerlendirilmiştir? Bu bağlamda şunu anmak istiyorum. Kemalettin Tuğcu’yu eleştiren yazılar, kitaplarının en çok basıldığı, en yaygın şekilde okunduğu zamana rastlıyor. Daha önce Kemalettin Tuğcu’dan pek bahseden yok. O yavaş yavaş kitaplarını yazıyor ve yayınevleri yayınlıyor. İşte bu açıdan baktığımızda son 25 yıl içinde değişik ve zıdlıklar gösteren görüşlerle karşılaşmaktayız. Kimileri Tuğcu’yu yaşadıkları dönem içinde değerlendiremiyor. Sonradan kitaplarına ilgi artıyor; satmaya ve yayınlanmaya başlıyor. Kimileri zamanında çok satıyor, kitapları çok satılıyor, okunuyor, hatta kitapları bulunmaz oluyor. Tuğcu’dan çok değişik bir çizgi görüyoruz. 90 yılına kadar bu 300’ün üzerindeki kitabı çok satıyor ve okunuyor. Ancak 90 yılından sonra (birazdan buraya değineceğim) kitapları piyasada bulunmaz oluyor.

Tuğcu’nun yazdıkları kitaplar üzerine yazılanların gündeme gelişi okunurluluğunun zirveye çıktığı1970’li yıllarda başlamıştır. Bunlardan bazılarını size aktarmak istiyorum: 1976. Yansıma Dergisi’nde Çocuk Eğitimi ve Edebiyatı Özel Sayısında, çocukların en çok okuduğu kitaplar üzerine bir alan soruşturması yapılıyor. Sonuçta ortaya çıkan listede 50 kitaptan 26’sının yazarı Kemalettin Tuğcu’dur. Bunların içinde çeviri kitapları da vardır. Aynı dergide en çok okunan yazar için şunlar yazılıyor. “İçeriklerine baktığımızda kapitalist ve emperyalist amaçlar doğrultusunda oluşturulmuş, burjuvalar hesabına çalışan kitaplar”.

Bundan bir yıl sonra yayımlanmış olan Nesin Vakfı 1976 Edebiyat Yıllığı’nda ise şunlar söylenmiştir. Bu bölümü sanırım Erdal Öz hazırlamış: Daha eski yıllara gelince karşımıza bir Dağlarca çıkıyor, bir Aziz Nesin çıkıyor, bir Rıfat Ilgaz çıkıyor; yoksa Kemalettin Tuğcu gibi Rakım Çalapala gibi Eflatun Cem gibi bugün de çok okunan ama yararlarından çok zararları olduğuna inandığım yazarlar, deniliyor. Yine aynı yıl Hikmet Altınkaynak imzasıyla şunlar söylenmiştir: “Hele bir öğrenci Kemalettin Tuğcu ve benzerleri yazarların, çocukları okutmaktan soğuttuğunu dile getirdi. Bu yazarlar 40 kitapta yazsalar, konuların tekrarından, sözlerin bayatlılığından, basitliliğinden kaçınmadıklarını belirtti. Bunları okumanın gereksizliğini ortaya koydu. Okunması zorunlu olan çağdaş, toplumcu yazarlardan örnekler verdi, bu ortaokul öğrencisi. Burada şunu belirtelim: Bu yıllarda bu görüş doğrultusunda olan öğretmenler Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını öğrencilere okutmazlar ve Millî Eğitim Bakanlığı kitaplarını öğrencilere tavsiye etmez. Ne var ki 1971 yılında, Kültür Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürlüğü’nün Kitap Haftası nedeniyle çocuklar için yılda bir yayımladığı dergide çocuk kitapları yazanlar diye Kemalettin Tuğcu’nun öz geçmişini veriyor ve 34’te kitabın da listesini yayınlıyor. Şimdi 1971 yılında Kültür Bakanlığı Kemalettin Tuğcu’yu kabul ediyor. Fakat bu dediğim yıllarda Kemalettin Tuğcu’nun kitapları Talim Terbiye Kurulu’nca çocuklara zararlı görülüyor ve okutulmuyor.

1977 yılına gelindiğinde İstanbul Üniversitesi’nde hazırlanmış bir doktora tezi var. O tezi okudum. Tipler, konular, mekân açısından bir otuz kadar romanı incelemiş. İyi bir yaklaşımla çözümlemeleri yapılmış kitapların. Fakat sonunda şöyle ifadeler yer almış: “Her şeyden önce yazar bir çocuk edebiyatı bilgisine vakıf değildir. Yazdığı eserler çocuklarla ilgili olmasına rağmen bu kitapların şuurlu olarak yazılmış olduğunu söyleyemeyeceğiz. Kemalettin Tuğcu’da ilham yoktur sadece tesir vardır. Ticari yönünü kavramış olduğundan daha fazla yazmak düşüncesindedir. Bunlar yetmemiş gibi bir de yazar çok para kazanmak için birbirinin tekrarı olan romanlar yazmıştır.” “Yakından tanıyanlar özellikle, bu yaklaşımın Kemalettin Tuğcu için büyük iftira olduğunu iyi bilirler.

Bu çevrelerden gelen tepkilerin yanında bir de bazı dinî çevrelerden gelen tepkiler var. “Acıklı romanlarla Kemalettin Tuğcu’dan İnciler”. Yazarı, Efe Bahçebaşı. ( Selâm ümit nesline aylık dergi, Mart 1987 ) Bütün romanlarında sefalet ve bunun yanında çocuklarının hislerini suistimal edip, asıl reklamlarını yaptığı ve bu suretle aşağılık duygularını aşıladığı diyerek tepkilerini göstermiştir. Burada bir şeyi vurgulamam gerekiyor. Bu yıllarda Türkiye’de Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını yayınlayanlar ise çoğunlukla dinî eserleri de yayımlayan yayınevleridir.

Çok okunan ve çok yazan bu yazar tepkileri nasıl karşılamıştır.

Yıl 1979. Siyah beyaz televizyonda, Kitaplar ve Düşünceler saati adlı bir açık oturum yapılıyor. Burada Tuğcu dile getiriliyor. Ve bu konu basına da yansır ikinci gün. Gazeteden okuyorum: TRT’nin ak camı üzerinde önceki gün bir açık oturum vardır. Açık oturuma katılanlar orada olmayan Kemalettin Tuğcu’yu kıyasıya eleştirdiler. Kabak çekirdeğine benzettiler Tuğcu’nun romanlarını. Çocukları şartlandırdığını öne sürdüler. Değersiz buldular yazdıklarını. Kendisinin yokluğuna inat üzerine üzerine yürüdüler. Ve şimdi Tuğcu konuşuyor. Televizyondaki eleştirilere verecek cevabınız var mı? Konuşmak istemedi, çocuk romanlarının yazarı çekindi. Tuğcu şöyle konuştu: Önce şunu gururla açıklayayım. Mektep medrese görmedim. Tahsilim yoktur, kendi kendime öğrendim okumayı yazmayı. Çocuk romanları yazmaya bir rastlantı sonucu başladım. Çocuklarla aramızda kalbi bağlantı var. Onların ıstıraplarını sevinçlerini anlıyorum. Çocuklar televizyonda beni okuduklarını söylüyorlar. Onların bu ilgisi bence devlet himayesinden ve yazarların teveccühünden çok daha iyidir.

Sizin için yapılan eleştirilere değinmediniz?
Yoksulluk ve sefaletten söz ettiğimi söylediler. Yanlış, ben zengin çocukların romanlarını da yazdım. Bunun dışında tezli romanlarım da mevcuttur. Okumak ve anlamak lazım bunu bilmek için. Romanlarımı sadece çocuklar değil anneler, babalar, teyzeler, ablalar da okuyor. Çok okunmak kusur mu? Yazıyorum, okunuyor, aranıyor, isteniyor. Suç benim mi?

Kemalettin Tuğcu’nun tartışması burada bitmiyor, devam ediyor. 1980 Nesin Vakfı Yıllığı’nda şöyle değerlendiriliyor: Çocuk Yılı nedeniyle bu programın ilk ikisi de Çocuk ve Kitap konusuna ayrılmıştı. İlk programda konuşmacı olarak Gülçin Alpöge, Mehmet Başaran, Enver Naci Gökşen ve ben ( Erdal Öz ) vardım. İkinci program da yönetici yine Hilmi Yavuz’du. Konuşanlar ise Ülkü Tamer, Demirtaş Ceyhun, Enver Naci Gökşen ve Bülent Hazer’di. Bu ikinci program çok daha tartışmalıydı ve yankıları daha büyük oldu. Benim burada asıl değinmek istediğim, bu programda büyük çapta saldırıya uğrayan Kemalettin Tuğcu konusudur. Açık oturumun bir yerinde söz döndü dolaştı Kemalettin Tuğcu üzerinde yoğunlaştı. Konuşmacılardan özellikle Ramazan Arkın, Kemalettin Tuğcu’nun yazarlığını alay konusu yapıverdi.

Tuğcu, çocuk edebiyatımızda kendine özgü bir olaydır. Açıkça söylemek gerekirse Türkiye’de hiçbir yazar onun kadar okunur bir yazar olamamıştır. Türkiye’nin en çok okunan yazarı Kemalettin Tuğcu’dur. Gerçekten sanat değeri düşük olan acıma duyguları üzerine kurulu çocuk kitaplarıyla, çocuk edebiyatımızın bir Orhan Gencebay’ı, bir Ferdi Tayfur’u sayılabilecek olan Kemalettin Tuğcu üzerinde bizce önemle durulmalı, konu enine boyuna incelenmeli, açıklığa kavuşturulmalıydı. Çocuklarımızın bunca severek okuduğu bir yazarı bir kalemde kötülemenin kime ne yarar sağlayacağını bilemiyorum. Tavır çok yanlıştı bence. Yazdığı kitapların sayısı 470’e ulaşan, çocuklarımızı bunca etkileyen Kemalettin Tuğcu, ne yalan söyleyeyim bana bile çocukluğumda okuma alışkanlığını ilk sevdiren yazar olmuştur. İlk okuduğum roman Kemalettin Tuğcu’nun Çocuk Haftası dergisinde yayınlanan Zavallı Büyükbaba adlı romanıdır. Çok etkilemişti beni. Görüyorum ki yazdıkları bugünün çocuklarını da etkileyip duruyor. Gittikçe büyüyen bir etki alanı var bu yazarın. Bu nedenle bunların nedenlerini araştırmak, tartışmak yerine hem de televizyonda bunca okurun gözü önünde Kemalettin Tuğcu’yu üstünkörü eleştirmek bence büyük bir haksızlıktır.

Evet, artık bu tarihlerde Kemalettin Tuğcu’nun değerlendirilmesinin grafiği yükselen bir ivmeye dönmüştür. 1988 yılında yayınlanan Çocuk Edebiyatı Yıllığı’nda Kemalettin Tuğcu arabesk müziğe indirilmeden ele alınmıştır. Daha sonraları övücü magazin dergi yazılarıyla Tuğcu’nun hakkı verilmeye çalışılmıştır. Ama onu anlamaya niyeti olmayan ya da anlamada yeterli olmayanların sesleri kesilmiştir. İşte size 1995 yılında yayınlanmış bir yazı. Çağdaş Tür Dili dergisinde. 1995, mart sayısı. Dönüş adlı romanı üzerinde durulmuş. Ben iki paragrafını okuyacağım: “Tanıtmak istediğim kitap başarılı sayamayacağımız bir çocuk kitabına örnek; çocuklar için sakıncalı diyebileceğimiz kadar kötü bir kitap. Çocuğun bedensel, ruhsal ve düşünsel özelliklerinin hiçbir hesaba katılmadan yazılmış bir kitap, duygu sömürüsüne çok açık bir olay üzerine kurulmuş. Boşanan bir çift ve arada kalan iki çocuk. Yazar iyi bir gözlemci de değil. Bu yüzden ne kötü insanları ne de kötülüklerini inandırıcı bulabiliyoruz. Biri çıkıp bu kötü insanların gerçek yaşamda da olduğunu söyleyebilirler. Olabilir. Hem daha kötü insanlar var bu dünyada. Ancak bütün bunları çocuğa bir karabasan gibi sunmaktır yanlış olan. Bu tür kitaplar, çocukta dünyaya, başkalarına güven duymayan kuşkucu bir kişilik geliştirir. Kâğıdı, baskıları ve resimleriyle, biçimdeki niteliksizlik, içerideki niteliksizlikten pek farklı değil. Sonuç olarak başarısız bir çocuk kitabına örnek sayıyorum bu kitabı.”

Bu değerlendirmede doğru bir şey var: Kapak, resim ve fizik yönden Tuğcu’nun kitapları çok kötü basıldı, genellikle. Tuğcu için bu yazılanlardan yaptığım bu olumsuz alıntılara bir şey daha eklemek istiyorum. Tuğcu’ya en büyük haksızlığı, ülkemizde yayınlanmış ansiklopediler yapmıştır. Bugün kitaplıklarda yer alan ansiklopedilerin çoğunluğu Kemalettin Tuğcu’ya yer vermemiştir. Bunların içinde bir tek Büyük Larousse kısa bir paragrafla yer vermiştir. Diyelim, açıyorum, Türk ve Dünya Ansiklopedisi, yok. On ciltlik kocaman ansiklopedide Kemalettin Tuğcu’ya yer verilmemiş. Yine Atilla Özkırımlı’nın hazırladığı Türk Edebiyatı ansiklopedisini açıyorum, yok. Arıyorum Tuğcu’yu, Pars Tuğlacı var Tuğcu yok. İlk değerini veren Behçet Necatigil. Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde Kemalettin Tuğcu’yu diğer yazarlar kadar almış kitabına.

1976 yılında, Doğan Kardeş Dergisi’nde kendisiyle yapılmış bir konuşmayı, çok içten yanıtları olduğu için, belli bölümlerini burada okumak istiyorum. Doğrudan doğruya Kemalettin Tuğcu’nun sözleri:

“Çocuk romanları üzerinde benim kadar emek vermiş bir Türk yazar bulunduğunu bilmiyorum. Bu verimsiz bir yazı dalıdır. Kırk yıl önce aile reisleri evilerine gazete bile getirmezdi. Gazeteyi dairede veya kahvede okurlardı. Çocuğa roman değil mecmua alacak parası yoktu. Sonra çocuk yazarlığının bazı koşulları vardı. Ahlak sınırlarının dışına çıkamazsınız. Çocuk romanı yazmaya beni zorlayan Yavru Türk Mecmuası oldu. Bu arada küçük bir anımı anlatmak isterim.

“… Bizim de çocuklarımız bizden de bir şey isterler ve onların kültür ve edebiyat sofralarında benim pişirip kotardığım alaturka bir yemek bulunur. Ben hiçbir ödül almadım. Çocuklardan başka. Çocuk romanlarıyla uğraştığımı pek bilen de yoktur. Zaten bir yazarın kendisini halkın önüne atmasından hiç taraftar değilim. Çoğu zaman okuyucu hayal kırıklığına uğrar. Ödül almadım, demekle nankörlük etmiş oldum. Bir gün televizyonda yuvarlak başlık üzüm gözlü bir oğlancık çıktı, ben Kemalettin Tuğcu’nun romanlarını okuyorum. Bu yüzden kendimi iyi yetişmiş sanıyorum, dedi. Çok yaşasın, bana bütün emeğimin mükâfatını o verdi.”
Mustafa Ruhi Şirin:
 Tuan Bey’in değerlendirmesinden anlaşılacağı gibi; aslında Kemalettin Tuğcu ile ilgili olarak son 20 yılda bazı olumlu ve olumsuz değerlendirmeler yapılmış. Oysa 1915’ten bu yana, yaklaşık 80 yıllık bir yazarlık serüveni üzerine konuşuyoruz. Türkiye’de bu kadar çok okunmuş, sadece gazete bayilerinde değil köylerin dükkanlarına kadar girebilmiş yazarımızla ilgili tek bir bitirme tezi lisans tezi yapılmış şimdiye kadar. Tezin hocası Prof. Dr. İnci Enginün aramızda. Önce genel bir değerlendirme yapmasını, sonra da bu tez konusuna temas etmesini rica edeceğim. Kemalettin Tuğcu portresine önemli bir katlı olacaktır bu. Buyurun İnci Hocam, söz sizin: 

Prof. Dr. İnci Enginün: Teşekkür ederim; ben Kemalettin Tuğcu’nun hayatı üzerinde durmayacağım, benden önceki konuşmacılar ondan bahsettiler. Ancak Kemalettin Tuğcu’nun hayat hikâyesinin bilinmesi onun eserlerini de aydınlatıcı nitelik taşıyor. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarını inceleme alanına aldığımız zaman biyografisi ile eserleri arasındaki bağlantıyı da işaret etmemiz gerekir. Bu yüzdendir ki hayatının ayrıntılarını bilmemizde yarar var. Öyle sanıyorum ki Kemalettin Tuğcu’nun eserleri de diğer bütün edebî eserlerde olduğu gibi değişik açılardan okunmaya müsaittir ve bu eserleri birinci derecede aydınlatacak olan okuma tarzı da biyografik olmalıdır. Yani yazarın hayat hikâyesiyle yazarın bu eserleri arasında yakın bir münasebet var.

Kendisinin rahatsızlığı, hayata doğrudan doğruya aktif olarak karışamamış olması, evine kapanması hassas bir ruhu daha da hassaslaştırmış; hatta zaman zaman bu eserlerde gördüğümüz gibi, marazi bir boyuta kadar vardırmıştır. Ancak öte taraftan da hayatta bütünüyle el ayak çekmemiş, hayallerini, kahraman olma tasavvurlarını, eserlerinde canlandırdığı çocuklar vasıtasıyla gerçekleştirerek, kendisinin de içinde yer aldığı büyük bir çocuk dünyası kurmuştur.

Tanzimat’tan günümüze kadar, Yeni Türk Edebiyatı dediğimiz iki asırlık dönem içerisinde yazarlarımızın genellikle geniş kitlelere iradeli olma şuurunu açıklamaya çalıştığını görürüz. Bu son derece önemli bir şeydir; çünkü, uzun yıllar süren savaşlar ve bu savaşların aile hayatında, toplum hayatında meydana getirdiği sıkıntılar, inanılmaz yoksulluk, acılar, kaybolan babalar, ızdırap içerisinde yaşamaya çalışan, ailesini yaşatmaya çalışan aileler, sadece çocuk edebiyatımızı değil uzun dönem büyükler için yetişkinler için yapılan edebiyatımızı da, bütün hikaye sanatımızı da beslemiştir. Bu bakımdan, zannediyorum onun eserlerini verdiği dönemdeki sosyal şartları yok farz ederek bu eserleri de değerlendirmemiz pek mümkün değildir ve bu eserler sosyolojik açıdan da incelenmeye muhtaçtır.

Kemalettin Tuğcu üzerinde Türkiye’de yapılmış olan galiba ilk çalışmayı 1977 yılında İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğum sırada bir bitirme tezi olarak hazırlattım. Bir doktora tezi olarak değil, doktora tezi olsaydı birkaç eserle kalmazdı. Bildiğimiz gibi öğrenciler mezun olmadan önce bir yıl içerisinde tamamlamak mecburiyetindedirler bu çalışmalarını. Bu yazılı çalışmada da, Hediye Oral adında bir öğrencim yapmıştı bu tezi; belirli, birkaç eseri üzerinde çalıştı. Maalesef bütün gayretime rağmen çocuk edebiyatı ile ben öğrencilerimi ilgilendiremedim. Bu konu bizim edebiyatımız açısından son derece önemli. Çünkü çocuk yarının büyüğü. Bu bakımdan çocuk kitapları günümüzde, sadece yetiştirici kaynaklar olarak, çocuğa iyi zaman geçirtici, onu eğitici amaçlar taşımamakta. Adeta, 1970’lerden sonra 80 öncesinin ideolojik bölünmeleri sırasında çocuklar birer militan olarak yetiştirilecekti. Bu militan olarak yetiştirmeye cevaz vermeyen eserler de kötü karşılanmıştı. Kemalettin Tuğcu’nun eserleri adeta bir sirk gibi yükseliyordu bu tarihlerde. Ben bu tarihlerde 4-5 yazarımız hakkında araştırma yaptırmıştım, ama ne yazık ki daha sonra gelen öğrencilerin bu yazarlara ilgi duymaması yüzünden bu çalışmaları geliştiremedik. Bunların mutlaka yapılması lazım.
Bugün artık adı sanı duyulmayan yazarlarımızın bile bizlerin yetişmesinde ne gibi katkılarının olduğunu unutuyoruz biz. Büyük bir nankörlükle unutuyoruz ama onlar bizim yetişmemizde çok alt tabakalarda bir yerlerde izlerini muhafaza ediyorlar. Ve bu tezi yaptırırken benim hiçbir şekilde Kemalettin Tuğcu’yu küçümsemek veyahut devrin bölünmüş ideolojik yapısı içerisinde onu kötüleyenlerin kervanına katılmak gibi bir amacım yoktu. Burada tamamen biz eserleri edebî açıdan ele aldık az önce Turan Bey’in belirttiği gibi de şahıslar kadrosu, olay kadrosu, mekan zaman açısından en ciddi edebî eserlere uyguladığımız metodu tatbik ettik. Yani biz bu yazarı ciddiye aldık, ondan dolayı lütfen bir şüpheniz bulunmasın. Ancak, tabii bu eserler değerlendirilirken Kemalettin Tuğcu’yu da çok yazan, özensiz yazan popüler yazarlar kervanına eklemekte bir beis görmedik. Yani onun nasıl ki edebiyat tarihinde Ahmet Mithat Efendi’nin, Hüseyin Rahmi’nin özel yerleri varsa, bunlar çok önemli yazarlardı. Daha sonra Cumhuriyet devrinde neredeyse hepimize okuma yazmayı sevdiren yazarlardan birisi Kerime Nadir’di. Kerime Nadir’i bugün kim okuyor? Ama Kerime Nadir ve onun gibi yazarlara yapılmış hücumlar sonucunda bu tür yazı yazanlar piyasadan çekildi. Ama onların yerini adamakıllı yoz bir çeviri edebiyatı aldı ve bu çeviri edebiyatı sayesinde de ‘burjuva kültürü’ de yıkıldı. Yani geleneksel aile düzenimiz de bozuldu. Halbuki bu gibi zamanlarda aile hayatı, gelenekler, örfümüz, adetimiz canlı olarak yaşamaktaydı. Onları yıktıktan sonra onları devam ettirecek şeyleri koyamadık. Koyamadığımız için de Barbara Cartland’ların vs’lerin eserleri -ki Barbara Cartland onların en iyilerinden birisi- onlar aldı. Bunların da incelenmesi lazım.
Biz durmadan sosyal hayatımızdaki bir takım bozukluklardan şikayet ediyoruz. Peki bunun suçlusu kim? Bunun suçlusu, daha küçük yaştan itibaren okuduğumuz kitaplardır. Kitapların her zaman eğitici, yüceltici mükemmel olduğunu söyleyemeyiz. Kitaplar aynı zamanda insanları bozar da. Bu tıpkı vücudumuzun aldığı gıdalar gibidir.
Tekrar Kemalettin Tuğcu’ya dönersek, bu çocuk dünyasında, çocuklar nasıl? Burada çocuklar iradeli çocuklar. Bu çocuklar büyük sıkıntılarla karşılaşıyor. Fakat, onların üstesinden gelmeye çalışırlar ve başarırlar da. Bu çok önemli bir şeydir. Tanzimat’tan itibaren Şinasi’den itibaren yazarlarımız adeta yaygın eğitim vasıtası olarak edebî eserleri görmüşler ve toplumu kökünden değiştirecek olan iradeli insan tipini yüceltmişlerdir. Biz bunun serpintilerini Kemalettin Tuğcu’da da görüyoruz. Onun da kahramanları küçük cılız sıska çocuklar. Birçok ızdırap çekerler ve bu ızdıraplarının sonunda başarıya ulaşırlar. Bu bakımdan romanlarının hemen hepsinin sonunda mutlu sonuçlar vardır. Yani, adeta çocuklara verilen mesaj, çalışın çalıştığınız zaman mutlaka başaracaksınız, mutlaka mutlu olacaksınız mesajını verir. Ama gerçeklerin çok fazla boğduğu dünyamızda acaba çocuklar bunlara bir müddet sonra inanır mı? Özellikle kitle iletişim araçlarının böylesine güçlendiği günümüzde bu dünya çocuklar için acaba inandırıcı mıdır, değil midir? Bunları aslında incelemek lazım.
Ruhi Bey konuşmamı istedikten sonra, çevremdeki çeşitli yaş gruplarına sordum. Kemalettin Tuğcu’yu hatırlıyor musunuz?, diye. Aaa, çok acıklıydı hikâyeleri. Yetişkinlerin bir zaman çocuklarına söylediği hep bu oldu. Bizim gözümüzde adeta bir gözyaşı edebiyatının çocuklara da yansıyan bir tarafı gibi. Ama çocuklara acaba acıma duygusunu vermeyecek miyiz? Çocuklar çevrelerine acımasını öğrenmeden insan olabilirler mi? O bakımdan bunun da bir ruh eğitimi olduğuna kaniyim ben.
Bu eserlerde çocuklar genellikle babalarından uzaktır. Bu bizim bütün masal dünyamızda olan bir şeydir. Çünkü, baba otoritedir. Çocuğun kendi varlığını göstermesi için mutlaka bu otoriteden uzaklaşması lazımdır. Hangi masal kahramanı babasının yanında kahramanlık yapar? Hepsi babasından ayrılır, üç yol ağzına gelir, üç yol ağzından kendisini başarıya götürecek yolu seçer. Bu bakımdan bir şekilde bu çocuk kahramanların da babasız kalması, yani baba otoritesinden uzak kalması gerekmektedir kendini ispat edebilmesi için.
Kemalettin Tuğcu’nun acaba bu davranışında kendi babasıyla olan ilişkilerinin de bir rolü olmuş mudur? diye bir soru da benim aklıma bu tezi yaptırdığım zaman gelmişti. Çünkü kendisini yakından tanıyanlar, sakat kalmasında babasının kendisine karşı uyguladığı sonsuz şefkati bulmuştu.
Çocuğun dünyası sadece hayalden oluşmuyor. Kemalettin Tuğcu çevresine bakıyor ve çevresinden ilham alıyor. Bu bakımdan onu az önce de söylediğim gibi Ahmet Mithat Efendi’ye ve Hüseyin Rahmi çizgisine bağlayabiliriz. Az önce anlatılan dede ile torunun konuşmaları, hep onu uyarmış gibidir.
Hediye Oral, tezini yaparken Kemalettin Tuğcu ile de görüşmüş ve neden eserlerinde hep kimsesiz, fakir çocukları seçtiğini sormuştur. Verdiği cevap şu: Fakir çocukların meseleleri daha fazladır, onların ihtiyaçları daha fazla olur. Hayat ile mücadele esnasında daha çok hırpalanırlar. Halbuki zengin çocuğun dertleri ve problemleri daha az sayılabilir. Çünkü zengin olan çocuğa ailesi tarafından en iyi şeyler alınmaktadır. Elbette bir çift ayakkabıyı torununa alamayan, çocuklarına sıcak bir yuva veremeyen, onları besleyemeyen yetişkinler karşısında çocukların durumu, bu gibi temel ihtiyaçları karşılanan çocuklardan farklıdır. Kemalettin Tuğcu, ailesinin karşılayamadığı ihtiyaçları, kendi başına karşılayacak iradeli, güçlü çocuk tiplerini canlandırmıştır.
Çocuklar hakkında da şöyle söylüyor kendisiyle yapılan mülakatta:
“Çocuk toplumun ürünüdür,aile ağacının bir sürgünüdür. Çevresine bakarak yetişir. O eğitilmez. Kendi yönünü kendi tayin eder. Zaten onda tabi olan duygular vardır. Çok acır, sever, üzülür, ağlar. O arkadaştır, temiz ruhludur. Çocuğun hislerine seslenebilirseniz kendinizi sevdirmiş ve yazdıklarınızı kolayca okutturmuş olursunuz.”
İşte Kemalettin Tuğcu’nun yaptığı budur, çocuğun duygularına seslenmiş ve duygulardan cevap almıştır.
Çocuğa bunu oku, derseniz okumaz; öğütten kaçar. Onun için çocuğu serbest bırakmamız lazımdır. Yarının çocuğu elbette bizim istediğimiz istikamette olmayacaktır. Her yeni nesil başka bir zihniyettir, diyor.
Yazar nasıl ki eserlerinde fertlerin yardımı ve iyiliğini göstermeye çalışırsa da, kendi hayatında bunu yapmış olduğunu belirtir. Mesela demir yolu inşaatında çalışırken elinde çok az miktarda kinin bulunmaktadır; kinini işçiler arasında paylaştırır, her birine birer damla verir ve onların birkaç gün daha çalışarak ailelerine para götürmelerine imkan sağlar.
Kemalettin Tuğcu’nun eserleri rahat okunan düz hatlı eserlerdir. Tipler çoğunlukla düz tiplerdir. Ve bunlar Yeşilçam yapımcılarının aradıkları eserler de olmuştur. Ama yazarın isteklerini dikkate almamışlar ve bu hikâyelere canlarının istediği gibi müdahale etmişlerdir. Bir takım film yapımcıları tarafından bu eserler yağmalanmıştır.
Kemalettin Tuğcu’nun bir şikayeti de, iyi ressam bulamamaktan. Kemalettin Tuğcu, resimli çocuk romanlarından yana. Şöyle diyor: Bir araba bir sokak köpeği istiyorum. Bana bir İngiliz yaylı arabası ve fino tipinde çizilmiş bir süs köpeği getiriyorlar. Oysa bir sokak köpeğinin bakışları bile başkadır. Bu zavallı varlıklar benimsedikleri mahallede sahipsiz, değersiz, kimsesiz yaşarlar. Ama onların da bir kapıya, kendilerini koruyacak insanlara ihtiyaçları vardır. Bu köpeklerin eğer sahipleri varsa, onlara olan sevgileri gözlerinin içinde pırıl pırıl yanar. İşte bu yüzden resimlendirmenin rolü büyüktür. İçinde her satırı bizi anlatan, bizim insanımızın ızdırabını veren bu romanların resimlenmesi ise bize yabancı oluyor. Gerçekten de, şahsen bana bu sokak köpeklerini anlamlı gösteren, hatta onlardan biriyle arkadaş olmamı sağlayan zannediyorum bu kitaplar oldu. Çünkü o zaman çevremize bakıyoruz, zavallı olan yaratık birdenbire bizde bir takım çağrışımlar uyandırıyor. Çamlıca’nın çok ıssız olduğu günlerde arkama takılan bir sokak köpeğiyle ben arkadaş olmuştum. Aramızda kurulan dostluk inanılmayacak boyutlara vardı. Her sabah beni yolcu ediyordu tramvaya kadar, bekliyordu tramvayın gidişini. Akşam da onu mutlaka karşımda görüyordum eve kadar takip ediyordu… Bu dostluğun kurulduğu, İstanbul gibi bir şehirde böyle dünyaların olduğunu, bu gibi sahnelerin yaşanabileceğini, zannediyorum ki bize öğreten yazarlardandır.

Çok uzun yıllar ucuz, kötü kâğıtlara basılmış kitaplarla çocukların dünyasını genişletmeye çalıştı. Bizim çocukluğumuzda hiç de iyi basılmış kitaplar yoktu. Üçüncü hamura basılmış, kolaycacık yırtılan, renksiz, ruhsuz baskılardı bunlar. Ama bunlar kelimeler ile çizdikleri dünya ile bizim gözümüzde bambaşka ufuklar açmışlardır. Yani ben hâlâ çocukluğumdaki bir takım kitapları saklarım. Saklarım ama malesef çocukken okuduğumuz kitapların yazarlarına dikkat etmiyoruz. Onların çizdikleri dünyayı benimsiyoruz ve acaba bu kitabı Kemalettin Tuğcu mu yazdı?, diye zaman zaman soruyorum kendi kendime. Hangi kitaplarını okuduğumu say deseniz sayamam, sizler de eminim sayamazsınız. Çünkü çocukken insan oburlar gibi okuyor ama kendisini besleyen kaynakların neler olduğunu da sonradan unutuyor.
Kendi düşüncelerini kitaplarına geçirirken nesillere hitap ediyor. Onların duygularını eğitiyor. Sonra devir değişiyor. Özellikle 1970’li yıllarda… Sonra çocuk çocuk olmaktan çıkıyor. Artık çocuk bir çok örgüt ve ideolojiler tarafından geleceğin savaşçısı olarak değerlendirilmektedir. Onun için Kemalettin Tuğcu gibi yazarlar gözde değildir. Hatta çocuklara merhametli olmayı öğretmek, yardım sever olmalarını telkin etmek zararlı bulunmaktadır. Fertlerin merhametine ihtiyaç olmayan bir düzenin hizmetkarlarını yetiştirmek için, bu türlü yazarlar yok edilmelidir. 16 Şubat 1977 tarihli Vatan gazetesinde yayınlanan “Çocuk Yayınları Nasıl Olmalı?” başlıklı yazıda Hasan Kıyafet şöyle diyor: Bekir Yıldız az daha sıkı tutsa öğretmenleri Kemalettin Tuğcu belâsından kurtaracak.
Doğrusu ölümünden sonra Ali Sirmen’in yazdığı şu satırlar beni çok duygulandırdı ve düşündürdü: “Acaba 1977’lerde, o satırları yazanlar, aradan geçen 20 yıl sonra geldiğimiz noktada hâlâ Kemalettin Tuğcu’yu bela olarak nitelendirebiliyorlar mı?” Ali Sirmen, diyor ki: “Hayatında hiç görmediğin bir insanın ölüm haberini alınca çok yakınlarından birini yitirmişçesine üzüldüğün oldu mu hiç? Dün Kemalettin Tuğcu’nun ölüm haberini okuduğumda bu duyguyu yaşadım ben. Kemalettin Tuğcu, yaşamın her gün yeni bir tadını tattığım, kentimin yepyeni köşelerini keşfettiğim, sokakların olduklarından büyük göründüğü, hafta sonlarında eve çıktığımda bana hapishane gibi gelen okuldan azad olma keyfiyle yollarını, ellerim cebimde ıslık çalarak arşınladığım Kadıköy’ü efsunlu sandığım yıllarımın en önemli kişilerinden biriydi.” Bu kitapların açtığı ufuklardan hayal gücünün geliştiğini anlatan yazar, çocuklukta okunan eserlerin nasıl üst üste yığılarak, onu etkilemiş olduğunu da belirtir ve yazarın ölümünü şu çarpıcı cümlelerle verir: Öğretmenlerini sevip okulu sevmeyen, herkesi bir yumrukta deviren sıska oğlana, sınıfı bile sevdiren Kemalettin Tuğcu yok artık. Bugün benimle birlikte kim bilir kaç köhne sıska oğlanın, örgülü kurdelalı saçları ağarmış kızların yüreği öğle namazından sonra Şişli Camii’nden çıkıp Çengelköy Mezarlığı’na doğru yol alacaktır.”
Bu satırlarda bir şey daha var: Sessiz sedasız, bir karınca çalışkanlığıyla beslemiş bir yazara karşı bu nesillerin vefasızlığı. Kemalettin Tuğcu’yu son yolculuğuna eski-yeni okuyucuları sel gibi uğurlamış değillerdi nitekim. Öyle olacağını vefakar okuyucusu Ali Sirmen’e vehmettiren de yine Kemalettin Tuğcu’nun da katkıda bulunduğu duygu eğitimcileri olmuştur.
Yakup Kadri, Ahlak-Sanat ilişkileri üzerinde edebiyatımızda sonu gelmez tartışmalardan birinde eğer, der edebiyattan mutlaka bir görev bekleniyorsa bu duyguları eğitmesi, insanı daha iyi hisseder hale getirmesidir, der. Bunun dışında edebiyattan herhangi bir görev beklenemez. Bu açıdan ele alırsak, bir çocuk yazarı olarak Kemalettin Tuğcu görevini yapmış bir insandır. Gerçekten de onun eserleri çocuklara bir duygu eğitimi vermiştir. Özellikle günümüzde kan, vahşet ve dehşet karşısında hiç kılı kıpırdamayan, duyguları adeta dumura uğramış insanlar ve geleceğin büyükleri, çocuklar için acıma duygusunu; biraz dozunu kaçırarak da verse Kemalettin Tuğcu gibi yazarlara mutlaka ihtiyaç vardır.
Yazarın eserlerinin kahramanı çocuklardır, demiştim. Bunlar akıllı, cesurlardır ve yardımseverdirler. Kendilerini yetiştirirler, bir meslek sahibi olurlar ve toplumda yerlerini alırlar. Bu meslekler ülke kalkınması için o yıllarda şart görülen öğretmenlik, doktorluk ve mühendisliktir. Bilhassa bilhassa meslek ön plandadır. Bu meslekler sayesinde çocuklar kendilerini kurtarmakla kalmazlar, toplumda bir yer kazanırlar, bir başka insanlara da yararlı olurlar. Bütün çocuklar paranın gücünün farkındadırlar. İnsanların değişmeye en ihtiyaç duydukları mekan köylerdir. Bunun için de çocuklar eğer köyden yetişmişlerse tekrar köylerine dönerek yararlı olmaya çalışırlar. Bu ülkü, Il. Meşrutiyet’ten itibaren genç aydınlarımızın gönlünü tutuşturmuştur. Ahmet Kutsi Tecer’in ‘Orda Bir Köy Var Uzakta’ başlıklı şiiriyle özetlediği hedeftir bu. Köy öğretmeninin bir köy çocuğunu şehre okumak için göndermesi ve onun da öğretmen olarak köyüne dönüşü ‘Bu Toprağın Çocukları’ adlı eserde işleniyor. Bir başka benzer tip -burda da bir genç kız söz konusu- aynı şekilde okuduktan sonra hizmet için köye döner. Kızı bu okula annesi göndermiştir.
Aslında Kemalettin Tuğcu’nun bu romanlarında işlediği fikirler ve canlandırdığı tipler, dediğim gibi Cumhuriyet dönemi edebiyatının ana çizgilerini taşır. Kemalettin Tuğcu bunları çocuk dünyasına uygulamış ve çocuk edebiyatına müstakil geniş bir yer vermiştir.
Bu romanlarda örf ve adetlere aykırı hiç bir tutum yoktur. Haksızlık edenler mutlaka cezalandırılır; iyi davranışlar ödüllendirilir.
Yazar bazı eserlerinde bir macera romanı havası oluşturur. Bu tip kitapların daha sonra başka yazarlar tarafından da işlendiğini belirtmek isterim. Bu bakımdan, eğer çocuk edebiyatını birgün ciddi olarak inceleme alanımıza alırsak ve burdaki bu eserleri Halk Edebiyatı’na uyguladığımız metodla, motifler açısından incelemeye başladığımız zaman, birçok sonraki yazarın, Kemalettin Tuğcu’ya neler borçlu olduğu da çok açık bir şekilde de ortaya çıkacaktır.
Bu eserler vasıtasıyla çocuklara tarih ve coğrafya bilgileri de verilir. “Köyünü Unutan Adam”da, hafızasını kaybetmiş bir harp malülü Türkiye’nin şehirlerini dolaşır ve bu dolaşma sırasında hem yerini arar hem de adeta Türkiye’nin coğrafyası çocuklara öğretilmiş olur çeşitli özellikleriyle. Şartlar çocukların da ailelerin geçim yükünü üstlenmelerini gerektirir. Babanın evi terk etmesi veya ölmesi, çocuğu büyük bir sorumluluk altına sokar. Bu çocukların hem okullarına gidip hem çalışmaları okuyucuların örnek alması gereken bir davranışı belirtir.
Tuğcu’nun bazen çocuklara fazla güvendiği ve hatta onları bazen büyük tehlikeler karşısında bıraktığı da görülür. Çocuklar bunları atlatırlar. Bunun eğitim açısından şahsen tehlikeli olduğunu sanıyorum. Çünkü çocuklar, tehlikenin büyüklüğünü fark etmezler, romandaki gibi görürler, bu yüzden de kendilerini lüzumsuz tehlikelerle karşı karşıya bırakırlar diye düşünmüştüm, bu tez hazırlanırken. Fakat günümüzde kitle iletişim araçlarında çocukların maruz kaldıkları sahneleri görünce Kemalettin Tuğcu’nun eserlerini çok zararsız görmek mecburiyetinde hissediyorum kendimi.
Yetim Malı ve Anasının Kuzusu adlı eserlerde tasvir edilen köşkler, sanıyorum yine yazarın kendi hayatıyla yakından ilgili. Bu köşklerin artık hayatımızdan çekildiğini, köşk sakinlerinin fakir düşerek evlerinin bazı bölümlerini kiraya verdiklerini anlatır.
Bir iki alıntı yaptım bu eserlerden;
“Büyükbabam çok zengin bir adamdı, köşkü o yaptırmış. Büyük bahçesine havuzlar kazdırmış, havuzun içerisine kırmızı balıklar doldurmuş. Çam ağaçları, manolyalar ve gül fidanları diktirmişler. Hiç unutmuyorum, ben bahçenin güzelliğine son zamanlarda yetiştim, kahverengi çam iğneleriyle dolu olan kumlu yollarda, kalabalık misafirler dolaşır, akrabaya tanıdıklara ziyafetler verilir; havuzun fıskiyesi açılır, gölgeliklerde pırıldayan bu sular havuza kandil kandil dökülür.”
Bu manzara köşkün sahibinin ölümünden sonra biter.
“Odalar bomboş gibiydi. Bazısının duvarında kırık bir çerçeve, bazısının ortasında ise işe yaramaz bir masa vardı. Bu odalardan birçoğu, içinden kiracı çıkmış bir evin odalarını andırır gibiydi. Ne o bol tüylü halılar, ne avizeler ne de o süslü koltuklar kalmıştır.” (Bu, Anasının Kuzusu adlı eserden alınmıştır.)
Bu hikâye edişte hiçbir karmaşıklık yoktur. Hikâyelerin dayandığı bir şema vardır. İyi durumdaki çocuk kötü duruma düşer. Çalışır, karşısına yardımcılar çıkar ve durumunu düzeltir. Yeniden iyi duruma gelince çevresine yardımcı olur.
Üç yüz kadar eseri olduğunu arkadaşlar söylediler. Bu üç yüz eserde tekrarlanan aynı mesaj. Kemalettin Tuğcu’nun tiryakisi olan çocukların başarısız olmayı kabullenmeleri mümkün mü? Çalışmaktan vazgeçmeleri mümkün mü? Elbette ki değildir.
Bu eserlerinin bir kısmının okuduğu yabancı eserlerin veya seyrettiği filmlerin etksini taşıması da mümkündür. Mesela, Çocuklar Adası’nın Robinson Crusoe’nun etkisini hissediyor veyahut Cambazın Kızı’nda Polyana’daki bazı sahneleri andıran benzerlikler bulunmakta. Yer yer de Halk Edebiyatı’ndan deyişler, efsaneler zikretmiştir. Bunların çoğu çocuk ağzından söylenegelen tekerlemelerdir. Bu da çocukların gelenekle bağlanmasını sağlar:
Mıstık dedim uyduramadım
Binek taşına konduramadım
Sen Mıstık ben Mıstık
Kazma dişli kel Mıstık

Mesela bu tip tekerlemeler eserlerinde sık sık yer alıyor.

Kerem ile Aslı da halk hikâyeciliğinin merkezlerinden olan Sivas’a yaklaşırken Köyünü Unutan Adam’da hatırlanır ve çocuklarından biri Kerem ile Aslı hikâyesini anlatır. Türkiye’yi şehir şehir tanıtma amacını taşıyan bu romanda, Han Duvarları şiiri de okunur. Böylece edebiyatla, edebiyatın bütünüyle adete bir bağ da kuruyor yer yer. Keza köylerdeki ev işlerine dikkat hem devriyle ilgilidir, hem de şahsi merakından kaynaklanır.

Kemalettin Tuğcu, anlatımında, çok az şive taklidine baş vurur. Ve şahısların mahalli özelliklerini belirtmek istediğinde nadiren onlara şive özelliklerini verir. Çok okunmasının sebeplerinden birinin de bu olduğunu sanıyorum. Çünkü onun çocukları belirli bir yerin çocukları değildir. Bütün çocuklara hitap eder o.

Çocukların rahatça okuduğu bu eserler dediğin gibi birkaç nesli besliyor, onlara okuma alışkanlığını kazandırıyor, okumanın yollarını açıyor. Onlarla yola çıkanların sonradan bu eserleri unutmaları, unuttukları da bir gerçek maalesef.

Edebiyat araştırmalarında çok okunan ama okunulduğundan bahsedilmeyen yazarlarımız genellikle ihmal ediliyor. Halbuki hem okuma alışkanlığının kazanılması hem de etkileri bakımından bu eserlerin- ister çocuk kitapları ister yetişkinlere yazılanlar olsun- bu popüler kitapların mutlaka incelenmesi lazım. Bu sayede toplum ile edebiyat ilişkileri, toplumdaki değişmelerin de açıklanabileceğini sanıyorum. Artık eskisi gibi birkaç tane üniversitemiz birkaç tane araştırıcımız yok. Birçok genç araştırıcı yetişmekte, öyle zannediyorum ki onların sayısı arttıkça şimdiye kadar ihmal etmiş olduğumuz yazarlarımızı da geniş ölçüde incelemek ve ele almak, onlara karışı yaptığımız nankörlüğü zamanla telafi edeceğimizi de umuyorum.

Mustafa Ruhi Şirin: İnci Hocam teşekkür ederim. Sanıyorum bitirme teziyle ilgili bazı tereddütler vardı, bu tezden yana süregelen tereddütlerdi. İnci Hocam bunları da büyük ölçüde açıkladılar.

Ben de bir konuda açıklama yapmak istiyorum; Geleneksel çocuk anlayışına göre çocuk hep küçük adamdır, minyatür yetişkindir. Kemalettin Tuğcu ile başlayan serüvende bu ne minyatür yetişkin ne de küçük adamdır. Çocuk çocuktur.
Kemalettin Tuğcu içindeki çocuk için yazmıştır, onu mutlu etmek istemiştir bir ömür boyu ve çocuğu daima çocuk olarak düşünmüştür; çocuğu ciddiye almıştır. Çocuğu yetişkin bir insan olarak görmemiştir. Modern dünyada da erken yetişkinleştirilmiştir çocuk tipi yaygındır. Buna karşılık da çocuklaşmış yetişkin.
60 yıllık dönem değerlendirilmeye çalışıldığında Kemalettin Tuğcunun çocuklarının değişmediğini görüyoruz. 1950 ile 60 arası 1960-70 arası 1970-80 arasında da bütün kahramanları çocuk kahramanlarıdır, çocuk olduğu için eserlerinde yer alırlar.

Şimdi de Kemalettin Tuğcu’yu çocukluğunda okumuş bir çocuk kitapları yazarından dinleyeceğiz. Kendisine iki soruyla beraber söz vermek istiyorum. Sayın Gülten Dayıoğlu; çocukluğunuzda Kemalettin Tuğcu’yu niçin okudunuz? Yazarlığınıza etkisi oldu mu? Buyrun Sayın Dayıoğlu.

Gülten Dayıoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Kemalettin Tuğcu Bey yazarlık yaşamımda önemli bir yer tutar. Çocuk dergilerinde yayımlanan romanlarıyla ilk kez ben okumanın tadına vardım. Tefrikaları merakla izlerken gelecek sayılar için kurgular yaptım.

Başka bir deyişle düş kurmaya da bu romanların etkisiyle başladım. Bu romanlarla okuma alışkanlığı edindim. Zafiyetten iki yıl yatağa düştüğümde bu alışkanlığın dürtüsüyle Dünya Çocuk Klasiklerini okumaya başladım. Bu yolla zengin bir alt yapı edindim. Yavrutürk, Çocuk Haftası v.b. gibi dergilerde tefrika edilen Kemalettin Tuğcu romanları bana paylaşmayı öğretti. Çünkü, ailemin bütçesi her hafta sekiz kuruşa dergi alacak düzeyde değildi. İki, bazen de dört arkadaş katışıp dergi alırdık. Sırayla okur, kurayla kimde kalacağını saptardık. Kemalettin Tuğcu romanlarını okurken hıçkıra hıçkıra ağlardım. Annem babam ayrıydılar, beni paylaşamaz, bu yüzden sürekli çekişirlerdi. Hatta paket gibi beni birbirlerinden çaldıkları bile olurdu. Bu durum bana çok dokunurdu. İçimdeki acıyı roman okurken, ağlayarak dışa vururdum. Annem ya da babam neden ağladığımı sorar, hatta benimle mutlu değil misin, yediğin önünde yemediğin arkanda ne diye ağlayıp duruyorsun?, diye beni azarlarlardı. Ben de, mutsuz olduğum için ağlamıyorum ki; romanlardaki olaylar hep acıklı da, o yüzden ağlıyorum, derdim. Kısacası benim için çok iyi bir ağlama bahanesiydi bu romanlar. Bir de bir sıkıntım oldu mu, özdeşleşerek etkisinde kaldığım roman kahramanlarının dertlerinden bir biçimde kurtulup düze çıktıklarını düşünürdüm. O çıktı ya birgün ben de benzer biçimde bu sıkıntılardan kurtulacağım, diye umutlanırdım. Bu bana yaşam sevinci verirdi.
Kemalettin Tuğcu romanları Anadolu’ da akşamları ev gezmelerinde okunurdu benim çocukluğumda. 40’lı yıllarda. Hiç unutmam, dinleyiciler olaylarla öylesine etkileşirdi ki, kötü kahramanlara ilençler yağdıranlar olurdu. Örneğin çocuk dövene eli kırılasıca, hışım inesice gibi sözlerle ilenirlerdi. İyi bir sonuca ulaşıldığında da “İşte şimdi hak yerini buldu.” derlerdi. Adeta yaşardık olayları.
Benim ilk romamın Fadiş de Kemalettin Tuğcu Bey’e isnad edilen, acıklılık suçlamasıyla hep konuşuldu. İlginçtir, bu görüşe karşın Fadiş’i yedi sekiz kez okuduğunu söyleyenlerin sayısı o kadar kabarık ki; -bir iki üç değil, hep yedi sekiz kez okuduk diyorlar-. Ben hiçbir zaman Fadiş’i acıklı yazayım da, duygu sömürüsü yapayım düşüncesiyle yazmadım. Ben inanıyorum, Kemalettin Tuğcu Bey de asla böyle bir şey düşünmedi. Duydukları, hücrelerinden, ruhundan, beyninden akanı yazdı. İnanıyorum, yani yazan biri olarak inanıyorum. Ben de Fadiş’i böyle bir düşünceyle yazmadım. Ve dediğim gibi hep suçlandı Fadiş, ama tersine bugün 21. baskısı bitmek üzere, çok da okunuyor.
İlginç bir anektod: Berlin’deydim bir süre önce. Yine Fadiş söz konusu oldu. Berlin eyalet kütüphanesinde, en çok okunan kitaplardan biri Fadiş’miş. Türkler var ya bizim orda. O kadar çabuk eskiyormuş ki; sık sık yenilemek zorunda kalıyorlarmış. Demek ki acıklı kitaplar okumak da bir gereksinim.
Peki, Batı Klasikleri arasında da yok mu bu tür acıklı kitaplar? Pek çok. Sefiller’i düşünelim, Tom Sawyer’i düşünelim, Kimsesiz Çocuklar, özellikle Huckleberry Finn’in kaba etlerine inen kamçının acısını, ben çok kez benim canımı yakmış gözlerimi yaşartmıştır, hatırlarsanız eğer.
Kemalettin Tuğcu Bey’in kitaplarının dili güzel. Anlatımı akıcı ve açık seçiktir. Ancak hep acıklı olmaları nedeniyle olumsuz eleştirilere sebep oldu, ben kendimi bildim bileli. Ama onlar yarım yüzyıldır hep okundu ve hâlâ da okunmakta. Harf Devrimi yapıldığı sıralarda Kemalettin Tuğcu Bey gibi başka yazarlar da eğer bol bol kitaplar yazsalardı, bizler şimdi az okuyan, az düşünen, az konuşan bir ulus konumunda bulunmazdık diye düşünüyorum.
Kemalettin Tuğcu Bey acıklı da olsalar kitaplarıyla Harf Devrimi’nin yerleşmesine katkıda bulunmuştur inancındayım. Hem de önemli katkıda bulunmuştur. Harf Devrimi’yle kolaylaşan okuma yazma eylemi, bol kitapla beslenseydi kuşaktan kuşağa sürecek olan okuma alışkanlığının temeli atılmış olurdu. Öğretmenliğimde gözledim, çocukluğumda sezinledim kendimden de. Çocuk okumayı söker sökmez -Hani, kurtçuklar kozalarından çıktıktan sonra kabuklarından nasıl iştahla sarılırlar dut yaprakalarına, aynen öyle büyük bir açlıkla kitap arardı çocuklar.
Ben bir şey yaşadım, kısa bir şey. İzninizle onu anlatayım size. 40’lı yıllarda Kütahya’nın Emet ilçesinin Örencik bucağında, ilkokula başladım. Okumayı söktüm. Eğitmendi öğretmenimiz. Çok ilgiliydi. Okumayı söker sökmez okuma isteğiyle coşup taşmaya başladım. Ne var ki ne kitap var ne de bir şey. Sınıfta sadece beş alfabe var. Onu da zaten ezberlemiş oluyoruz. Olay şu: Ben o açlığın içinde çırpınırken, bir gün bizim cam kırıldı. Bucak müdürüne de ilden resmi gazeteler gelirmiş. Gazeteyi ilk kez ben bucak müdürünün evine oturmaya gittiğimizde gördüm. Yakınlarım cam taktırmak mümkün olmadığı için, bucak müdüründen bir sayfa gazete istediler ve camı onunla sıvadılar. Hamurla yapıştırıldı. Ama biraz sonra, kuruduktan sonra yanına gittim baktım. Okuyabiliyorum, sökebiliyorum. O kadar sevindim ki, o kadar merak ettim ki, fotoğraflar filan da vardı. Kıvranıyorum etrafında dönmeye, ama okuyamıyorum. Çünkü gazete başaşağı yapıştırılmıştı. Evde okuma yazma bilen olmadığı için. Ben de evin tek iskemlesinin üstüne bir de yastık koydum. Tepeden aşağıya böyle onu okuduğumu anımsıyorum. İşte, bu millet okullarında, demin hocamın söz ettikleri gibi benim anam da onlardan biriydi ama okumasını çözemeyip unuttu. Eğer ellerine bu tür kitaplar verilseydi, demin sözünü ettiğim gibi biz gerçekten okuma sevgisi edinmiş bir ulus olurduk.
Bir bakıma Harf Devrimi bence eksik ve desteksiz kalmış bir devrimdir bu açıdan bakıldığında. Latin alfabesine geçilirken yazın yaşamımız da aynı parelelde zenginleştirilseydi, bugün okumayı ulusça bir yaşam biçimi edinmiş olurduk, diye düşünüyorum. Okuma alışkanlığı bilindiği gibi ailede başlıyor, okulda ve yaşam içinde sürüyor. Evde kitap okunuyorsa, çocuklar bunu görmezlikten gelmiyorlar. Onlar da okumaya yöneliyorlar.
Günümüzde okumayı yaşam biçimi edinmiş olanların kültürel kökeninde kanımca Kemalettin Tuğcu kitaplarının katkısı vardır. Kemalettin Tuğcu konusu açıldığında, benim kuşağım hatta benden öncekiler çocukluklarında Kemalettin Tuğcu kitapları okuduklarını dile getiriyorlar. Kemalettin Tuğcu Bey bizlere yoksulluğu, yaşamla savaşmayı, acımayı, yardımlaşmayı, paylaşmayı ve en güzeli yaşam hedefi edinmeyi öğretti. Kahramanlarını hiç yüzüstü, umarsız bırakmadı. Buna çok dikkat etmişimdir. Mutlak bir çıkar yol göstermiştir. Hep olumlu bir hedef yöneltmiş ve o hedeflere de eriştirmiştir. Bu hedefler çokluk Karun gibi zenginlik değildi. Eğitimle, alın teriyle, çabayla elde edilen onurlu meslekler ve konumlar olmuştur. İnsanlar hep iyiye, güzele, doğruya yöneltilmiştir. Okuyucuya şimdiki gibi emeksiz köşe dönme düşleri kurdurulmamıştır. Kemalettin Tuğcu Bey bizlere acı aşısı yapmıştır. Nasıl hastalık öncesi için aşı yapılıyor. O da bize acı aşısı yapmıştır ki; onun kitaplarını okuyanlar hayatta acıyla karşılaştıklarında gerçekten daha dayanıklı olmuşlardır. Ben kendimden en azından örnek verebilirim. Kitaplarıyla acılara, zorluklara göğüs germe eğitimi vermiştir. Romanları olgunlaşıp pişmemize yardımcı olmuştur. Bence bugün ulusumuzun en üstün özelliği yüreğinin sıcaklığıdır. Bizler hala acıma duygusunu yitirmemiş bir ulusuz. Yabancı ülkelere yaptığım gezilerde hep bu durumu gözlemliyorum. Gerçekten yürekler solmuş, sokak ortasında can çekişen insanlara dönüp bakan bile yok. Bizler hâlâ zorda olan insanlara acıyor, yardımlarına koşuyoruz. Sevgi gibi acıma duygusu da zorla öğretilmez. İnsan, kitaplarda okuduğu, tiyatrolarda seyrettiği ve en önemlisi yaşam içinde izleyip, gözlediği örneklerle bu duyguyu geliştirip canlı tutabilir. Kemalettin Tuğcu Bey eserlerinde yüreklerimizin sıcak kalmasına yardımcı olmuştur. Gelecek kuşaklar bu katkının önemini daha çok anlayacaklardır inancındayım. Teşekkür ederim.
Mustafa Ruhi Şirin: 
Ben de teşekkür ederim. Süremiz galiba sınırlı bir hale geldi. Fatih Erdoğan, bir yazısında Kemalettin Tuğcu’yu önemli kilometre taşlarından biri olarak değerlendirmişti. Çocukluğunda da Kemalettin Tuğcu kitaplarını okuyarak büyümüştü Fatih Bey. Zannediyorum üvey anne sorunu nedeniyle. Kemalettin Tuğcu’nun bir de çocuk yayıncılığı daha doğrusu Türkiye’de çocuk yayıncılığı açısından değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu yönüyle Fatih Erdoğan’ın Kemalettin Tuğcu değerlendirmesi çok önemli.

Fatih Erdoğan: Teşekkür ederim. Kemalettin Tuğcu’yu yayıncılık açısından ele alamayacağım. Bir anıma yer vererek başlayayım. Gerçekten bir üvey annem vardı. Üvey annem de daha önceden bir kez evlenmiş ve boşanmıştı. Öz annem de babamdan ayrıldıktan sonra bir daha evlendi. Ben de iki kere evlendim.
Üvey annemin üvey annem olduğunu öğrenmem ilkokul başlarında bir gün annemin (üvey olduğunu bilmiyordum o sırada) bir sabah beni elimden tutup “Haydi seni annene götürüyorum!” sözüyle başladı. Komşuya gittik. Ağlaşan kadınlar arasından biri annemmiş, ötekiler de teyzelerim. Yaşadığım şaşkınlığın etkisinin bende nelere yol açtığını ben bilemem tabii ama sonrası üvey annem için biraz can sıkıcı oldu, çünkü Tuğcu’nun üvey anne motifi ile zihni beslenmiş olan ben her anlaşmazlıkta beni büyüten (ama üvey olan) anneme ikide bir “Sen zaten üvey annesin!” lafını yapıştırıveriyordum. Neyse ki kısa sürdü bu densizliğim, “Ne üveyliğimi gördün?” sorusuna verecek makul bir cevabım yoktu çünkü.
Demek ki Tuğcu üvey annelerin de iyi olabileceğini gösterememişti bana. Ya da belki ben yanlış yorumlamıştım onun yazdıklarını.
Tuğcu’nun yazdıklarını çocuk edebiyatı içinde değerlendiriyoruz. Esas olarak anlattıklarının baş kahramanlarının hep çocuk olmasının bunda rolü var.
Bir çocuk edebiyatçısının üç amacı olabilir. Biri çok okunmak. İkincisi kalıcı olmak. Bir de saygın bir edebiyatçı olmak. Tuğcu, “Ben bir edebiyatçı değilim” diyordu. Peki, edebiyatçı kimdir? İnsanları ağlatan veya güldüren bir yazar mı? Yoksa yazdıklarıyla önemli toplumsal hareketlere yol açan bir yazar mı?
Bence, çocuk edebiyatında bunun ölçüsü yoktur.
Tuğcu’nun eserlerine baktığımızda Türkçesi ortalama bir Türkçe’dir.
Değinilmemiş konulara değinmemiştir. Bakış açısı sıra dışı değildir. Duygulandırır …
Peki Tuğcu pedagojik midir? Çünkü Tuğcu en çok bu noktadan vurulmuştur.
Tuğcu eğer pedagojik değilse, vay halimize! Öyleyse bizlerin, hepimizin bu açıdan sakatlanmış insanlar olmamız gerekiyor. Bunun gerçek olmadığını hepimiz biliyoruz. Öyleyse Tuğcu’nun okullarda yasaklanmasının, eleştirilmesinin temel sebebi ideolojiktir.
Sonuç olarak, yapılması gereken şey; hem pedagojik açıdan hem de edebiyat açısından Tuğcu’nun yeniden incelenmesidir.
Edebiyat açısından yapılabilecek böyle bir incelemenin önemi şudur ki, özellikle çocuklara yönelik edebiyat gerçek anlamda edebiyat sayılmadığı için gerçek edebiyatın gerektirdiği ölçütlerle değerlendirilmeye de layık görülmemiştir. Bunun da esas olarak başta gelen nedeni çocuklara yönelik edebiyat geleneğimizin nicelik aşamasını geçip de nitelik aşamasına sıçramayı başaramamış olmasıdır.
Tuğcu’ya bu gözle de bakılabilir. Dört yüze yakın olduğunu sanıyorum kitaplarının sayısının. Ciddi bir nicelikten söz ediyoruz. Benzeri yok. Niteliğe gelince, bu konuda söylenecekler sadece Tuğcu için değil, tüm çocuklara yönelik edebiyatımız için geçerli algılanmalı. Kaldı ki, Tuğcu yaygın (ön)yargının aksine birçok başka yazarla kıyaslandığında dili düzgün kullanımı, kurgularındaki ustalık, anlatımındaki sürükleyicilikle öne çıkıyor. Çok okunan bir yazar olmasının nedeninin sanıldığı gibi melodram içerikli olmasından çok, okutmayı bilmekle ilgisi var.
Tuğcu aslında hayatı anlatıyordu. Hayatta olmadık yaşanmadık şeylerle ilgisi yoktu. Hiçbir hayal gücü ürünü kahraman, kurgulanmış bir yaratık, devler periler vb yoktu kitaplarında. Simitçi çocuk vardı, yoksul aile vardı, okula gitmek için gece gün çabalayan kız vardı. Hepsi de hayatın içindeki tiplerdi bunlar. Hedefledikleri yolda başarılı olmak, ki bu hedefler arasında örneğin zengin olmak, köşeyi dönmek, güç edinmek asla olmazdı. Okumak başta gelen hedefti. Subay olmak, doktor olmak, öğretmen olmak…
Tuğcu bu hedeflere ulaşmanın umudunu taşıyan kahramanlarının umutlarının boşa çıkmaması için onlardan yana çıkıyor, onlarla birlikte çabalıyor, tökezlediklerinde onlarla birlikte üzülüyor, sıkıntı çekiyor, sonra onlarla birlikte yeniden doğrulup kaldığı yerden mücadelesine devam ediyordu. Bunu yaparken de okurunu yanına almayı başarıyordu işte. Sanıldığının aksine, duygu sömürüsü filan yapmıyor, umudun insan hayatında bir değeri olduğunu, umut edilen şey için çabalamanın boş bir uğraş olmadığını söylüyordu kısık ve eski bir istanbul efendisine özgü bir ses tonuyla. İyi ki Tuğcu vardı ve iyi ki onun bazı kitaplarının sayfaları arasındaki gözyaşlarımız kurumadı hâlâ…