İyi Kitap / Zarife Biliz

• Hepimiz sizin üretken bir yazar olduğunuzu, oldukça fazla eser verdiğinizi biliyoruz. Bugüne kadarki bu uzun ve üretken yazın yolculuğunuz hakkında bize birkaç şey söyleyebilir misiniz? Türk Çocuk Yazını’nı nasıl değerlendiriyor, kendinizi bu mecra içinde nerede görüyorsunuz?

Üretkenliği zaman etkenini de dikkate alarak değerlendirmek daha doğru olur bence. İlk kitabım çıktığından bu yana otuz yıl geçmiş. Bu süre içinde ise yalnızca irili ufaklı yetmiş adet kitaptan söz ediyoruz. Eh, fena değilmiş galiba. Ama tabii kafamın içinde bekleyenleri dikkate alacak olursak pek üretken sayılmam.
Bugüne kadarki yolculuğumu anlatmak uzun sürer ve sıkar, özetleyeyim. Eğitim süreci: Robert Kolej üstüne Boğaziçi Makine mühendisliği. Onun üstüne İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora. Birkaç üniversitede alanımla ilgili çeşitli derslerin hocalığı. İş hayatı dersek: 1980’de Redhouse Yayınevi’nde çocuk yayınları editörlüğü ve aynı yıl Mavibulut’u kurmuş olmam. 1991 yılından itibaren sadece Mavibulut ve akademik yaşam birlikte… Halen yazarlık ve Mavibulut’ta editörlük ve özel bir üniversitede hocalık. Buna şimdi gayet iyi çalışan bir çocuk yayınları derneğinin kuruculuğunu ve bir iki dergi editörlüğünü de ekleyebilirsiniz.

Türk çocuk yazınını değerlendirme konusuna gelince… Son otuz yılda gerçekten çok şey değişti; çoğu nicelikle ilgili, ama hiç kuşkusuz nitelik olarak da çok şey… Öyle ki şöyle bir gözlerimi kapatıp bu alandaki o ilk yıllarımı düşünmeye çalıştığımda bugün kendimi heyecan dolu bir rüyada gibi hissediyorum. Bu alandaki en tumturaklı kuramsal aforizmanın, tek kaşı kalkık çokbilmişlerin “çocuk edebiyatı yoktur” olduğu bir yakın tarihten bugüne geldik. (Bunu tartışmak değildi yanlış olan, bundan başka söylenecek sözün bulunamamasıydı. Belki bu alan biraz daha olgunlaştığında bunu da tartışabileceğiz, umuyorum.)
Gelişmenin çoğu nicelikle ilgili dedim; açayım: Artık daha çok yayımcı, daha çok editör, daha çok kitap, daha çok kitap tanıtım yazarı, daha çok bu alanda çalışan akademisyen, daha çok kitapçı, buralarda daha çok çocuk kitapları rafları, daha çok kitap eki var. Ve hepsinin üstüne eminim artık daha çok bu alanda bilinçli anne baba ve öğretmen var. Ve tabii daha önceleri hiç olmayan şeyler, çocuk kitaplarıyla ilgili internet sayfaları, çocuk kitapları üzerine dergi ve bültenler… Her alandaki gelişme önce şu “daha çok” olgusuyla kendini gösterir ve bu “daha çok”laşan şeyler tek tek biz bireyler için her zaman öngörülemez bir değişimi getirip koyarlar önümüze. İşte bu nicelik, kendimi rüyada hissetmeme neden olan gelişim. Ancak nitelik ayrı. Niceliğin, çeşitliliğin doğal bir refleksi seçmedir. Issız bir adada kazazedeyken dalgaların getirdiği bir martı ölüsünü bile yersiniz belki ölmemek için, ama hayal edin ki dalgalar birden her yönden içi türlü çeşitli yiyeceklerle dolu salları sürükleyip getirdi adanıza. İşte o zaman seçmeye başlarsınız. Durum bir bakıma böyle, ancak gerçekçi olalım, henüz yiyeceklerin tümü lezzetli değil, bunun için zamana ihtiyacımız var.
Bana gelince, ben de bu tarihsel sürecin bir parçası olarak çocuklara yazmaya çalışan ve bundan mutluluk duyan öteki yazar arkadaşlarımdan farklı değilim. Elimden gelenin en iyisini yapmaya/yazmaya çalışarak yaşıyorum.

• Yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde, “prensi olmayan masal kitabı” özelinde sorarsak, onu diğerlerinden ayıran bir özellik var mı kafanızda? Yani bu kitabın sizin için tuttuğu farklı bir yer, farklı bir renk, farklı bir koku?

“Prensi Olmayan Masal Kitabı” bir öykü kitabı. Benim bu yaşlara yönelik ilk yayımlanan öykü kitabım. Öteki kitaplarım ya daha ileri yaşlara yönelik macera kitapları ya da daha küçüklere yönelik resimli kitaplar. Bu kitaptaki öykülerin ve bu kitabın öteki yazdıklarımdan çok farklı bir özelliği, yeri, kokusu yok. Daha doğrusu belki vardır da onu ben de okurlarımla birlikte keşfedeceğim belki. Ama sanmıyorum. Çok iyi öykü ustaları var bu ülkede, hem geçmişte hem de bugün. Benimkiler küçük öykü denemeleri klasörüne girebilir ancak ve ille de bir özellik atfedilecekse “çocuklara öykü” etiketi yapıştırılabilir klasörün üstüne. Çünkü bunu istiyorum gerçekten, yalnızca bu öykülerde değil, öteki kitaplarımda da istediğim şey bu: okunmak, hiçbir yetişkinin zorlaması olmaksızın, çocuklar tarafından okunmak.
Bir şey daha söylenebilir: Ben çocukları güldürmeyi seviyorum ama kendimden yola çıkarak bir şey söyleyeyim, üzerinde “mizah” yazılı bir kitabı okurken gülmem ben. “Sana öyle bir fıkra anlatacağım ki gülmekten göbeğin çatlayacak!” denilen hiçbir fıkraya da gülmem. Mizah bence yaşamın palto gibi giyinip çıkarılabilir bir parçası değildir; ta kendisidir, derisidir. Bu kitabımda komik, tuhaf, şaşırtıcı şeyler olabilir ama onlar “güldürsen diye” öyle yazılmış şeyler değil; örneğin “Şu babaannem” öyküsündeki her şey gerçek.

• Hikâyelerin geneline baktığımda iki öyküde şöyle bir karakter çarptı gözüme: İnatçı, dik kafalı, dediğim dedik, daha sonra hatasını anlayan yaşlı erkekler. Size bu karakteri esinleyen fikir ya da yaşantılardan bahseder misiniz biraz? Peki, genel olarak karakterlerinizi nasıl yaratıyorsunuz? Hangi kuşlar fısıldıyor onları kulağınıza?

Sizce o, “inatçı, dik kafalı, dediğim dedik, daha sonra hatasını anlayan yaşlı erkek” kim olabilir? Benim annem arnavut, inatçılıkları ünlüdür, bilirsiniz. Babamsa arnavut değil ama tanıdığım en dik kafalı adam. Anlattığım her şeyin gerçek olduğunu az once söylemiştim. Ancak yanlış anlaşılma olmasın, hayatımı veya annemi babamı anlatıyor değilim. Bunu doğru da bulmuyorum zaten. İnsan hayatını anlatacaksa oturur hayatını yazar, sonra da tepesine “hayatımın hikayesidir” yazar dürüstçe, biz de okuruz ya da okumayız. (Çocuk edebiyatımızda öykü ya da roman yazıyormuş gibi yapıp bize kendi hayatının sıkıcı ayrıntılarını bize kakalamak gibi bir gelenek de var, biliyorsunuz.)
Dik kafalı insanları seviyorum, inatçı insanları seviyorum. Dediğim dedik deyip bildiğini okuyan, sonra da kendi kozmik zamanı gelince (ah kimse bilemez o zaman ne zamandır! Onu sadece o bilir!) hatasını anlayan insanları seviyorum. Onlar o bildiklerini okudukları süre içinde ne kadar insan, ne kadar hayatın içinde, ne kadar içten ve ne kadar yalnız ve ne kadar güzeller.

• Yukarıdaki soruda söz ettiğim karakterlerden biri de Hüsamettin Bey. “Hüsamettin Bey’e Çilek Dokundu” adlı öykünüzde Hüsamettin Bey yeni taşınan komşusu “beyaz tenli, kırmızı yanaklı” Çilek Hanım’ karşı pek de dostça duygular hissetmiyor, hatta –hiçbir haklı gerekçesi olmadan- ona düşmanlık hissediyor. Aslında öyküde Hüsamettin Bey’in kendi gerekçelerinden bahsetmişsiniz ama ben gene de öyküyü okurken tanımadığı bir kadına karşı Hüsamettin Bey’in bu aşırı duygularını biraz yadırgadım. Siz bu öyküyü hangi saiklerle yazdınız? Aklınızdan geçen sorular neydi? Çocuklara ne anlatmak istediniz?

Demek ki iyi yazamamışım. Bakın, ben size kısaca şöyle bir olaydan söz etsem, bir adam bir adamı düelloya davet ediyor ama düello günü gelmeden önce korkudan kendini öldürüyor. Yadırgarsınız, dersiniz ki, düelloya davet eden kişi nasıl olur da kendisi bundan korkar? Guy de Maupassant’ın “Korkak” adlı öyküsü tam da bunu anlatır işte. Ancak öyle bir anlatır ki, duello öncesinde vikont sonunda tabancayı kendi ağzına sıkınca hiç de yadırgamazsınız.
Hüsamettin Bey’in Çilek hanım’dan duyduğu rahatsızlık size gerçek dışı veya yadırgatıcı geldiyse büyük olasılıkla benim böyle bir durumu anlatmayı becerememiş olmamla ilgilidir. Eğer Hüsamettin Bey’in nasıl bir adam olduğunu, içine kapanıklığını, (hayat karşısında) yenilmişliğini, ezikliğini ve ürkekliğini sezdirebilmiş olsaydım, onun Çilek Hanım’dan duyduğu tedirginlik daha az yadırgatıcı olurdu. Mesele şu ki, o öyküde Hüsamettin Bey’in tam da yıllardır özlemini çektiği şeyi (bir insan, dişil bir yakınlık, sıcaklık, ilgi) bir anda buluverdiğini içten içe hissetmesi karşısında yaşadığı inanmazlık duygusuyla verdiği refleks bir reddetme tepkisini anlatmaya çalışmıştım. “Git hayatımdan! Sana ihtiyacım yok benim! Ben böyle iyiyim! Yine ne acılar yaşatacaksın bana kim bilir! İstemiyorum! Dengemi bozma benim! Uzak dur benden! Dokunma bana!”
İşte Hüsamettin Bey’i kaskatı yapan bu şeylerdi sezdirmek istediğim. Demek ki becerememişim.

• “Prensi olmayan masal kitabı” adlı öykünüzde, kendisini her tür dertten kurtarması için “beyaz atlı prensini bekleyen” edilgen prenses figürünü en azından masalın içinde tepetaklak etmişsiniz. Ancak iki katmanlı bir anlatı var karşımızda ve anlatının ikinci katmanında gerçek hayattaki kız çocuğunun karşısına gene bir “prens” çıkıp başını dertten kurtarıyor. Prensesimiz “edilgen” rolüne tekrar geri dönüyor sanki. Siz yazarken, ilk katmanda verdiğiniz mesajla, ikinci katmanda verdiğiniz mesaj arasında nasıl bir bağıntı kurdunuz? Öyküyü böyle birbiriyle çelişir görünen iki farklı mesajla kurarken amacınız neydi?

Eh, bu öyküde biraz daha başarılı olmuşum demek ki…
Bakın, herkes bilir ki, “beyaz atlı prensini bekleyen prenses” figürü bir masal motifidir. Gerçeği ele alış biçimimizle masalı ele alış biçimimiz asla aynı olmamalı. (Aslında söylemeden geçmeyelim; tam da işte bu “masalla gerçeği”, “kurgu ile hayatı” aynı cetvelle ölçmeye kalkan yetişkinler yüzünden geç gelişiyor çocuk edebiyatımız.)
Öykü sadece öyküdür, hayatsa hayat. Öyküyü biz kendimiz kurgularız. Kendi zevkimize göre ve canımız nasıl istiyorsa öyle. En azından benim için yazarlık öyle bir şey.
Bu öyküde paralel iki metni birbirine bağladım. Kurgu ve gerçek olanı. Tabii, sonuçta bu bir öykü olduğu için hepsi kurgu ama bir tanesinde gazete bayiinden kupon karşılığı tabak almaya çalışan bir çocuk var. Bu “gerçek” olan kahramanımız. Bir de onun okuduğu bir kitap var. Kitapta da bir prenses. Bu iki metin yer yer bazı diyaloglarla birbirine “değiyor” ancak asıl bağlantıyı kuran, öykünün en sonundaki “Teşekkürler prens!” sözü oluyor. İkili saç buklesini en sonundan bağlayan bir kurdele…
Şimdi eğer gerçek hayattaki küçük kızı ve kitaptaki masal prensesini etken/edilgen klişesi ile değerlendirirseniz, evet, masaldaki prensesin gözüpekliği karşısında tabaklarını düşürüp kırdığı için çaresiz kalan küçük kız edilgen olarak algılanabilir. (Tabii, tam bu noktada, “Eee? N’olmuş yani?” deme hakkımı saklı tutuyorum. Diyelim ki ben açık açık edilgen bir prenses veya küçük kız tipi çizdim; ne olmuş yani? Yok mu hayatta edilgen kızlar? Edilgen bir kızı anlatamaz mıyım ben? Onu öyküme veya romanıma konu edemez miyim?) Bakın, klişeler bakış açımızı körletirler. “Vaay, kız hiç sesini çıkarmıyor, kadın erkek ayrımı! Vay, kahramanımız afrikaya gitti, ırkçılık! Vaay, anne babayı öptü, ahlaksızlık! (Şaka değil, bir kitabımda anne ile baba öpüştü diye tepki aldım! Bu sığ tepkileri dikkate almaya kalkan bir yazar hiçbir şey yazamaz.)
Neyse, edilgenlik başka bir şeydir, çaresizlik başka… Tabaklarını düşürüp kıran küçük kızın yapabileceği bir şey yok. Çaresiz. Hepimizin, en etkin, egemen ve etken olanımızın dahi başına gelebilecek bir şey. Erkek kahramanımız da öyküdeki en güçlü ve gözüpek kişi değil, en güçlü ve gözüpek rolü hep edilgen bilinen bir figüre, bir prensese verilmiş… Özetle, bir prenses var, bir de küçük kız; bütün bunların ortasında da, gerçekle kurgu arasındaki konumunu belirsizlikle yaşayan erkek kahramanımız var.
Öyküde etkin/edilgin türü veya benzer klişelere yatkın bir yapı yok, eğer öyle algılanıyorsa yine başaramamışım demektir.

• Şu son hikâyedeki “kuyruk” meselesi… Herkesin bir kuyruğu olsa nasıl olurdu, fikri üzerine bir “komikleme”… Öncelikle öyküyü çok komik, fikri de çok yaratıcı bulduğumu söylemeliyim. Nereden geldi bu fikir aklınıza? Bu öyküyle ilgili başka neler söylemek istersiniz?

Nereden geldiğini hatırlamıyorum. Ama düşünürüm ben öyle şeyler; tedavisi olmayan, doğuştan gelen bir şey olmalı. Çocuklar da öyle değil midir?
Spirou adlı çizgi romanlarda bir yan kahraman vardır; ne olduğu anlaşılmayan çok uzun kuyruklu bir hayvan. Aklımdaki de öyle bir kuyruktu… Her neyse, önemli yanı şu; yazmak eğlenceli bir şey, bir oyun. O öykü de sırf ben eğleneyim diye yazılmış bir öykü. Aslında öykü bile sayılmaz, bir tür deneme. Hayal gücünün hep çocuklarda daha gelişmiş olduğuna ilişkin bir klişe vardır, katılmadığım. Neden öyle olsun ki? Tersine çocukların hayal gücü çoğunlukla bildik kalıpların dışına götürmez onları, çok önder vakalar dışında. Hayal gücünü kullanmak “malzeme” gerektirir. Düşünce, bilgi, hatta deneyim… Bu da çocukta daha azdır yetişkinden.

• Kitabı Mustafa Delioğlu resimlemiş ve karakterlere çok canlı, kendilerine has bir hava vermiş. Siz çizimleri ilk gördüğünüzde kahramanlarınıza yabancılık çektiniz mi? Yoksa ben de tam böyle hayal etmiştim mi dediniz? Çizimler sizde nasıl bir duygu uyandırdı ve görsel anlamda en çok hangi karakteri kendinize yakın buldunuz?

Yine bir klişeden söz edelim: “Çizer tam da benim hayal ettiğim tipleri çizmiş!” Bakın, Delioğlu benim hayal ettiğim tipleri çizerse bir daha bırakın ona kitap resimletmeyi, yüzüne bile bakmam. Delioğlu benim hayallerimin çinileme elemanı değil ki! Mustafa Delioğlu bir sanatçı. Benim öykümü alıp resimlemesi öyküme verdiği değer dışında hiçbir gerekçeye dayanmıyor. Aslında söyleyişi de değiştirmek lazım, o benim “öykümü resimlemiyor,” benim öykümü kullanarak kendi sanatını icra ediyor. Yani aslında o ne kadar benim öykümü resimliyorsa, ben de onun çizgilerini öykülüyorum!

• Biraz da sizden bahsedelim. Öykülerinizi yazarkenki esin kaynaklarınız genelde neler? Yani Fatih Erdoğan gerçek yaşamında da bu öykülerdeki gibi hayata mizahla, komik gözlüklerle bakan, hayatı mizahla kolaylaştıran bir insan mı?

İçe dönük, kuruntulu, suratsız, inatçı, huysuz, çekingen, sıkıcı… Ama bu sözleri giderek daha az duyuyorum, ya umudu kestiler ya da biraz gelişme kaydettim, bilmiyorum. Bildiğim şu, artık hayatı daha az ciddiye alıyorum. O zaman da gülecek daha çok şey buluyor insan.

Çok teşekkür ediyorum…

Zarife Biliz