Yaklaşık kırk yıl geçmiş olmalı Gülten Dayıoğlu ile tanışmamın üzerinden. 80’li yılların başlarında veya ortasında bir gün o zaman çalıştığım yayınevindeki (Redhouse) küçük odamın kapısında belirivermişti. Başından beri yayımcısı olan Altın Kitaplar’a yaptığı mutad bir ziyaretin ardından uğramıştı. Her şeyi “bildiğim” 30’lu yaşlarımın başındaydım ve buna rağmen elimin ayağımın birbirine dolaştığını hatırlıyorum. Oysa Dayıoğlu daha o ilk karşılaşmada karşısındaki o kendine “editör” demekten hoşlanmaya başlamış tıfılın sarsak özgüvenini bir yaprak gibi bile titretmeksizin yumuşacık sesiyle adeta “çocuk edebiyatına hoş geldin” demiş gibi oldu bana. Ya da ben öyle okudum. Bir şey istemedi çünkü. Bir talebi, bir beklentisi yoktu. Rahmetli hocamız Meral Alpay ona benden söz etmişti ve bizim tanışmamızı uygun görmüştü tahminim. Bu ilk tanışmamızdan yıllar sonra bir gün kendisine abla dememi isteyen Gülten Abla’mın hoşgeldinine buradan gecikmiş olarak cevap vererek bu küçük yazıma başlamış olayım: Hoş bulduk, sevgili Gülten Abla, hoş buldum.
Bir çocuk olarak daha çok Tuğcu’nun okuru sayılırım. Dayıoğlu’nun ve kitaplarının tanınmaya başladığı ve yaygınlaştığı 70’li yıllarda artık lise ve üniversite öğrencisiydim ve bu nedenle Dayıoğlu ve kitaplarına doğal bir çocuk/okur olarak denk gelmedim. Onu, 1980’li yılların başından itibaren çocuk edebiyatı alanına duymaya başladığım ilginin gereği, bir yetişkin okur olarak okudum. Daha sonra üniversitede ders verirken ondan ve kitaplarından söz ettim, hakkında yazılar yazdığım oldu. Yani, en çok bilinen ve tanınan çocuk yazarımız hem kitaplarıyla hem de o ilk tanışmamızın ardından doğal olarak hep gündemimde oldu.
Onun kitaplarıyla ilgili çok şey yazıldı yazılıyor. Birçok akademik araştırmaya konu edildi ediliyor. Bu yüzden, ben bu küçük yazıda onun yazarlığından ve kitaplarından söz etmek yerine kırk yıla yakın bu zaman dilimi içinde bir dost, bir abla olarak ve daha çok bana değen yönleriyle Gülten Dayıoğlu’nu anlatmak istedim.
Sözünü ettiğim ilk tanışmamızın ardından, özellikle Meral Alpay’ın başını çektiği ve sonradan Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği olarak kurumsallaşan girişimin başlangıç yıllarından itibaren rol oynayan küçük grubun içine değişik zamanlarda o ve ben de dahil olduk. Kısa bir süre sonra da alana yeni girmiş ve en gençleri olarak dernekleşme çabalarının koşuşturma işleri daha çok bana kalmış oldu. 1979 ve 1980 yıllarında düzenlenen iki ayrı uluslararası nitelikte çocuk kitapları fuarının ardından başlayan örgütlenme çalışmaları süresince birçok kez bir araya geldik.
Gülten Dayıoğlu esasen 70’li yıllar boyunca yazdığı makalelerle ülkede bir çocuk edebiyatı duyarlılığı geliştirmeye çalışıyor, ona rahmetli Erdal Öz ve Ülkü Tamer ile birlikte bir avuç isim de eşlik ediyordu. Dolayısıyla, Meral Alpay ve Nabey Önder öncülüğünde başlayan örgütlenme çalışmalarını aynı sürecin devamı olarak almak yanlış olmaz. (Bu bir tarihçe yazısı olmadığı için bütün bu çalışmalarda yer alan tüm isimleri saymak gibi bir amacım şu an için yok.) ÇGYD’nin en nihayetinde resmi olarak bu kez sürekliliğini koruyacak şekilde kurulabilmesi 1994’ü buldu. 1980’den bu tarihe kadarki bu inişli çıkışlı dönemde Gülten Dayıoğlu bir yandan kitaplarını yazarken bir yandan da bir an bile geri çekilmeksizin bu çalışmaların içinde hep var olmaya devam etti. Sorularını sordu, kaygılarını belirtti, düşüncelerini, fikirlerini paylaştı, kutlanacak şeyleri kutlamayı ihmal etmedi, bizimle dertlendi, ama destekledi, yüreklendirdi, isminin ağırlığını “kullanımımıza” sunmakta asla tereddüt etmedi.
Bunu ilk kuruluşumuzun ardından gerçekleştirmeyi başardığımız birçok etkinlik boyunca da sürdürdü. Sandoz ile yaptığımız iki çocuk kitapları fuarı, daha sonra TÜYAP desteğiyle yaptığımız fuarlar ve bu çerçevedeki etkinlikler boyunca yine hep bizimle birlikteydi.
1993 yılı Fadiş’in 30. yılıydı ve bir kutlama yapmak istedi. Oluşturduğu kutlama komitesine beni de davet etti. Birlikte onun çocukluğunun geçtiği Kütahya’ya, Emet’e gittik. Onun örgülü saçları ve siyah önlüğüyle dolaştığı çocukluk sokaklarında dolaştık. Oturduğu evlerinin kapılarına dokunduk. Onun hakkında paneller konferanslar düzenlendi. Ki bu etkinliklerin güzel bir meyvesi olarak, bağışladıkları bina Kültür Bakanlığı’nca Gülten ve Cevdet Dayıoğlu Çocuk Kütüphanesi olarak kuruldu.
Birkaç gün süren bu etkinlik boyunca onu daha önce hiç görmediğim kadar heyecanlı görmüştüm. Çok küçücük bir çocukken içindeki yazma dürtüsünü keşfedip İstanbul’a gelmiş ve kendi tabiriyle “tırnaklarıyla kazıya kazıya” yazar Gülten Dayıoğlu’nu yaratmış olan bu zarif hanımı yaşadığı evinin önünde fotoğraflamak heyecan vericiydi benim için.
2004-2005 yıllarında Mustafa Ruhi Şirin’in isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığı’nda oluşturulan Çocuk ve Gençlik Yayınları Kurulu’nda birlikte yer aldık. Çok şeyi tartıştığımız, çok şey yapmaya çalıştığımız bu iki yıllık süre boyunca benim elimde kalan en değerli kazanım birlikte çalıştığımız ve aslında bir ikisi hariç zaten tanıdığım kurul üyelerini daha da yakından tanımak oldu. Gülten Dayıoğlu sabahtan akşama kadar süren ve zaman zaman ortamın gerildiği bütün bu toplantılar boyunca tıpkı fırtınada sallanan gemiyi dalgalara kapılıp gitmekten alıkoyan ağır bir çapa gibi bir işlev gördü hep. Üstelik bunu gür sesiyle masaya yumruğunu vurup… Hayır hayır, bırakın masaya yumruk vurmayı, bilen bilir, incecik bir sesi vardır ve o sesi bir gün bile yükselttiğini görmedim ben bunca yıl. Ama bu demek değil ki, düşüncesinden veya ilkesinden vazgeçmeyi yeğlemiştir o an; aksine, dik duruşu da nezaketi gibi kalıcıdır. İstemediği, ilkelerine uymayan hiçbir şeyi ona hiç kimse yaptıramaz.
Gülten Abla’nın en önemli özelliği “insan” olmasıdır. Rütbenin, makamın, mevkinin ardındaki insana bakar, onu görür. Onunla ilgilenir. Ama gerçekten ilgilenir. “Kızın hastaydı, şimdi nasıl?” der. “Eşinin tayini çıktı mı?” der. “Babanızın sağlığında bir gelişme var mı?” der. Şaşırtıcı bir şekilde hepsini ismiyle hatırlar. Derdi sıkıntısı olan her kim olursa (bu, kitap imzalatmakta olan bir okuru da olabilir) onun için dertlenir, yapabileceği bir şey varsa yapmaya çalışır. (Burada, eşi Cevdet Ağabey’i de anmazsam olmaz, o da çok iyiliğini gördüğüm bir başka engin yürekli insandır.)
Gülten Dayıoğlu, Tuğcu’yu izleyen dönemin ismidir ancak kendi döneminin birçok yazarından farkı şudur ki tür olarak kendini yenileme (buna kendini çağa uydurma da diyebiliriz) konusunda gösterdiği çabası olağanüstüdür. Fadiş’i Tuğcu ekolünün devamına yerleştirmek mümkün olabilse de Dayıoğlu Akıllı Pireler ile daha çocuk edebiyatında (Türkiye’de) bilim-kurgu pek gündemde değilken bunu denemiş, fantastik tür dünyayı kasıp kavurmaya başladığında hemen birkaç örneğini birden üretmiş, genetik mühendisliği gibi bazı güncel konular konuşulmaya başlar başlamaz hemen o konuyu işlemiştir. Yazdıklarını bilgi ile destekleme konusundaki özeni onu Hindistan’ı ve Ganj’ı görmeden “Ganga”yı yazmaktan alıkoymuştur.
Çok okunan ve kendisinin de çok sevdiği “Yeşil Kiraz” ise az önce sözünü ettiğim insan yanının baş rolü oynadığı bir eseridir. Kitabın ana motiflerinden biri olan “Kendini çocuklarına adayan anne” motifinin karşısındaki “kendisini sanatına adayarak çocuklarını ihmal eden anne” ikilemi ve bir genç kızın büyüme yolculuğunda yaşayabileceği her şey sadece Kiraz tiplemesiyle genç kızları değil, anne tiplemesiyle onların annelerini de etkilemiştir.
Gülten Abla ile ilgili anlatacağım çok şey var. Anlattıkça da yenilerini hatırlayacağım şüphesiz. Onun çok önemli bulduğum bir özelliğinden söz ederek bitireyim: Gülten Abla hiçbir zaman “bilmez.” Yanlış anlaşılmasın, tabii ki çok bilgilidir. Ancak çocuksu bir öğrenme açlığı sergilemekten kaçınmayarak her şeyi sorar. “Bilmiyormuş gibi yapar” demek istemiyorum. Yaptığı o değil çünkü. Şunu bilir: Her zaman, herkesten öğrenecek yeni bir şey vardır, en çok bildiğimizi sandığımız konularda bile. (Bu da benim ondan öğrendiğim bir şey olarak kayda geçsin…)
Türk çocuk edebiyatının çok önemli bir kilometre taşı olan Gülten Dayıoğlu benim “Gülten ablam” olduğu için onur duyuyorum.
Fatih Erdoğan
KE Dergisi. Sayı 11. Eylül-Ekim 2021, sayfa 65.