“Ben üç bin yaşında gerçek bir prensesim. Sevgili babam kral Gudin’in isteğiyle ülkemin bilicileri ruhumu üç bin yıl süreyle ölümsüzleştirdiler. Üç bin yılın sonunda babamın gömütünü bulup onun ruhuyla buluşmam gerek. Kendisine üç bin yıllık yaşam serüvenimi anlatmak zorundayım. (Ölümsüz Ece, 1985)
Anadolu’da araştırmalar yapan bir yabancı kazıbilimcinin, koyunlarını otlatan bir köylü kızının ağzından duyduğu bu ürpertici sözleri tipik bir bilimkurgu öyküsünün girişi olarak da alabilirsiniz, “Asimov”vari gibi kurgulamanın heyecan verici bir söyleşisi olarak da.
Ama ne biridir Gülten Dayıoğlu ne de öteki.
Öncelikle yüzde yüz “yerli”dir Dayıoğlu tiplemeleri. Türk’tür, Türkiye’dir, Anadolu’dur; iyi yürekli Anadolu bacısı, kente sığınmış temizlikçi kadınlar, namazında niyazında yaşlılar, hümanist ve kentten gelme köy öğretmenleridir (ki bunlar da köyden kente giderek ve birçok zorluğu aşarak okumuşlardır.) Yalnızca kentliler değildir yani. Kentliler varsa da bunların mutlaka bir köyden gelmişlikleri, köyle bağlantıları ya da köye özlemleri vurgulanır. Biraz Halide Edip’in çocukçasıdır. Yani Edip’le simgeleşen münevver Türk kadını. Edip’inkiler de artık çocuklar için sayılabilir belki. Şurası muhakkak ki, Edip yazdıklarının hiçbirini çocuklar için yazmadı. Oysa Dayıoğlu’nun yazdıklarının büyük çoğunluğu çocuklara yönelik. Uyarlamaları dışında 60’tan fazla kitabın yalnızca birkaç tanesi çocuk kitabı değil. “Kendisine üç bin yıllık yaşam serüvenimi anlatmak zorundayım” diyen Ölümsüz Ece’si ile acaba kendisini mi tarif etmek istiyor Gülten Dayıoğlu. Üç bin yıl derken kastettiği acaba 1963 yılından bu yana çocuklar için yazmakla geçirdiği otuz yıl mı?
Bir bakıma…
Ama anlattıkları kendisi değil. Belki romanlarının çoğunda ağır basan temayı, köy-kent çelişkisini, köyden kente gelen gelmek zorunda kalanların kentteki sıkıntılarını kendi öz yaşamıyla ilişkilendirebilirsiniz. Ama Dayıoğlu çocukluğumuzun hüzün öğretmeni Kemalettin Tuğcu’nun yolundan pek fazla gitmemiştir. Ona en çok yaklaştığını düşünebileceğiniz Fadiş’te (1971) bile ağlatma güdüsü fazla rol oynamaz. Tuğcu’yu olduğu gibi Dayıoğlu’nu da yönlendiren temel cümle şudur: Ne kadar zor koşullar (yoksulluk, öksüzlük veya yetimlik, sakatlık) içinde olursan ol, başarabilirsin! Bu temel cümleyi vurgulama arzusu o kadar yoğundur ki, bazen söz konusu kötü koşulları oluşturan bireysel veya toplumsal etkenlerin yeterince irdelenmediği de olur. Örneğin, Fadiş’in babası evi terk eder ve başka bir kadınla evlenmek ister. Bunun nedeni şöyle açıklanıyor”
“Kamil bey önceleri iyiydi; evinin geçimini severek sağlıyordu yalnız her şeyden çabuk bıkan bir yaradılışı vardı” (s.12).
Burada yaşanan aslında bir ailenin parçalanması olayıdır ki bunun daha karmaşık bir sosyolojik temelleri vardır. Ama bunun tahliline girmek Dayıoğlu’nun amacı dışındadır. Bu ayrılık Fadiş’in yoksulluktan parasız yatılılığı hak edeceği parlak geleceğe doğru izleyeceği yolun ilk acılı adımı olarak önem taşır, hepsi bu.
Gerek Tuğcu’nun gerekse Dayıoğlu’nun bu anlamdaki tahlilsiz anlatımlarını, peri masalları dediğimiz klasik masallarla karşılaştırmak mümkündür. Bu klasik masallarda iyiler ve kötüler birbirlerinden net çizgilerle ayrılmışlardır. Kötülerin iyi, iyilerini kötü olduğu görülmez. İşte bu şematik yapılnın, iyiyle kötüyü ayırt etme yaşındaki çocuklar için gerekli olduğunu ileri süren görüşler vardır. Başka bir deyişle, çocuğun gri tonları öğrenebilmesi için siyahı ve beyazı öğrenmesi gerekir, deniyor. İşte bunun gibi, insan yaşantılarını anlatırken, yaşamın gerçekliğinde varolan karmaşık yapıyı tahlile girişmeksizin, belli özellikleri olan tiplerle öyküyü oluşturmanın az kitap okumuş çocukların olan biteni kolaylıkla izleyebilmeleri açısından yararı olabilir. Nitekim Fadiş’in Dayıoğlu’nun öteki kitaplarından daha çok okunuyor olmasında bunun rolü olmuş olabilir.
Suna’nın Serçeleri’nde (1974) yine belki özellikle atlanmış, bu kez psikolojik bir tahlil eksikliği örneklenebilir. Ömer ile Ali donmuş ırmağın üzerinde kayarlarken buz kırılır ve bir buz parçası üzerinde sürüklenmeye başlarlar. Hava kararmakta. İki çocuk fena halde korkmuş ve ağlamaklı.
“Ömer ‘Anneciğim!’ diye hıçkırdı. Ali burnunu çeke çeke “Annelerimiz ve babalarımız işten dönmüşler, meraktan ölüyorlardır. Köpeğim kapıda bekliyordur…’ dedi. Ömer içini çekti. “Annem dün gece bugün için lahana dolması yapmıştı.”
“Biz akşam yemeğinde köfteyle patates yiyecektik.” (s. 29)
Bu sahne insanın aklına Tom Amca’nın Kulübesi’ndeki ünlü ırmak sahnesini getiriyor ister istemez. Buzun üstünde şelaleye doğru sürüklenen zencinin ağaçtan ters sarkan arkadaşı tarafından kurtarılışı… Böylesine heyecan dolu bir sahnede olay kişilerinin aklına lahana dolması veya köftenin gelmesi mümkün ama bunu konuşuyor olmaları olağan dışı. Hele hele devamındaki:
“Ya ödevlerimiz!”
“Evet yarına tarih çalışacaktık!”
“Matematikten de on tane problem vardı!” (s. 30) Bu diyalog anlatılan olayın gerilimini düşürmekle kalmıyor, belki de kasıtlı olarak, neredeyse mizahi bir hava veriyor.
Suna’nın Serçeleri Dayıoğlu’nun tüm kitapları içinde kurgusu en ilginç olanı. Kireç kuyusuna düştüğünü için bir yıl evde kalmak zorunda olan haşarı Suna, penceresine gelen kuşlarla konuşmaya, onlardan her akşam bir öykü dinlemeye başlar. Aslında öyküleri uyduran Suna’nın kendisidir.
Dayıoğlu bir anlatıcıdır. Olaylar birbiri ardınca zamansal olarak sıralanırlar ve arka planlarına fazla yer verilmez. Hesaplaşmalar, kararsızlıklar, bocalamalar fazla uzun sürmez. Ne olacaksa hemen olur. Ama dış dünyayı aynen aktarmaz Dayıoğlu. Zaten böyle bir amacı yoktur. Dış dünyayı fazla yorumlamaz da; kendi kurduğu bir dünyayı ayrıntılı olarak anlatır. Örneğin Yeşil Kiraz’da (1992) bir ana kızın (kız okul önlüğünü giymiş, beyaz yakasını takmış) Kiraz’ı sokakta çevirip:
“Bak hele güzel bacım, buralarda bir okul varmış, yerini biliyor musun? Kızımı birinci sınıfa yazdıracam da, köyden yeni geldik yabancısıyız buraların. Kızın aşısını yaptırdım, resimle nüfus kâğıdı da tamam…” (s.7)
…diyerek okulun yerini sorması gerçek hayatta karşılığını bulabileceğiniz bir olay değildir. Çünkü gerçek hayatta, bir çocuğun okula yazdırılma işleminin önlük giyme, yakalık takma, aşısının yapılma sonrasında zaten okulun yeri çoktan biliniyor olmalıdır. Ama daha önce değinildiği gibi, Dayıoğlu’nun sorunu bu değildir. Köyden gelen ana kız tiplemesinin onun için taşıdığı çekicilik ve “her şeye rağmen başarabilirsiniz” mesajına olan tutkusu ana kızın durumunun yaşamdaki karşılığıyla bilinçli olarak ilgilenmemesine açmış olabilir. Öte yandan tiplerin (özellikle de Kiraz’ın) derinliğine işlenmesi bakımından Yeşil Kiraz yazarın en gelişmiş yapıtı sayılır çünkü artık Tuğcu geleneğinin standart tiplemelerin yerini Yeşil Kiraz’da bunalımları, iç çalkantıları ve hesaplaşmalarıyla yaşayan insanlar, özellikle gençlik çağını yaşayan insanlar alıyor.
Dünya Çocukların Olsa (1981), Akıllı Pireler (1982) ve Ölümsüz Ece (1985) ile Dayıoğlu kurgusal olmasa da konusal olarak bazı yenilikler yapmaya başlıyor. Bilimkurgu konusuna giriyor. Özellikle Ölümsüz Ece’de yalnızca hoş bir tema (çoban kızının aslında üç bin yıldır yaşayan bir ece oluşu) yakalamakla kalmıyor, okurunu Diyojen’le, Sokrat’la, İskender, Arşimet, Herodot, Dede Korkut, İbni Sina ve hatta Nasrettin Hoca ile buluşturuyor. Bütün bu temel tarihsel kişilikleri böyle bir kurgu içinde okumak son derece zevkli bir bilgilendirme sağlıyor.
Ölümsüz Ece üç bin yıllık bir yaşam serüvenini anlatıyor ve şu satırlarla sona eriyor:
“Anadolu’da ortaya çıkan, gizemlerle dolu Ölümsüz Ece olayı böylece sona erdi. Ama Ölümsüz Ece erinçli insanların gönüllerinde ölümsüzlüğünü sürdürdü.”
Bense yazımı şöyle bitirmek istiyorum:
Yazar kolay yetişmiyor. Ülkemizin, çocuklar için yazan birine prim verilmeyen bir yayın ortamında Gülten Dayıoğlu’nun kazanabilmesi için otuz yıl geçmesi gerekti. Ve bu üretken yazar hiçbir gün “Ben artık oldum!” demedi. Denemekten, kendini yenileyerek ürün vermekten korkmadı. Üstelik şu anda büyük bir olasılıkla Türkiye’nin en çok satan çocuk yazarı olduğu halde tevazuyu bir an bile elden bırakmadı. Otuz yılı geride bırakan Dayıoğlu yazdıkları ve bundan sonra yazacaklarıyla çocukların gönüllerinin ecesi olacak…