Bir varmış bir yokmuş…
Geride kalmış bir tartışma konusu olsa da ara sıra gündeme geliyor. Örneğin bir önceki yıl TÜYAP kitap fuar’ında “Çocuk Yayınları Sempozyumu” adıyla Türkiye Yazarlar Sendikası ve Alman Kültür Merkez’inin ortaklaşa düzenlediği bir dizi toplantıda sendika Başkanı Oktay Akbal’ın mikrofonu eline her aldığında yinelediği gibi, “Bir çocuk edebiyatı yoktur ve olamaz.” Karpuz festivalinde, “Karpuz diye bir şey yoktur!” demekten çok farklı değil.
Neyse ki, bu eskimiş tartışmayı bizzat kitaplar ve çocuklar gündemden kaldırdı. Taa Çehov’dan kalma bir söz kullanılır durur. Efendim, adamcağız demiş ki, “Nasıl ki çocuklar için ayrı bir tıp yoksa, ( haklı, o zaman yokmuş!) çocuklar için ayrı bir edebiyat da olamaz. İyi ki demiş de dilimize pelesenk olmuş. Çocuk edebiyatı üzerine bir yüzyıldır o kadar ayrıntılı incelemeler yapılmış, o kadar söz söylenmiş biz hala aynı yerdeyiz.
Ama işin bir başka yanı da var tabii. Çocuk edebiyatı yoktur ve olamaz, diyenlerin tümünün de ya halen piyasada “çocuk kitapları” var, ya da bir zamanlar bu işi denemişler. “Olmayan” ya da “ olmaması gerektiğine inandıkları” bir işi yaptıkları içinde yaptıklarını ne kendileri beğenmiş, ne başkaları.
Günümüzün Okuru
Bizden önceki nesil 1950’lerin Menderes’li, Küçük Amerika’lı, mühendisli, barajlı ve yürümekle aşınmayan yolları bulunan bir ülkede yetiştirdi çocuklarını. Kendileri okumaya pek fazla zaman bulumadı, Üstelik 1970’lerden sonra çocuklarının kitap okumasından endişe de eder oldular. Oysa onların çocukları, yani bizler, giderek karmaşıklaşan dünyamıza anlam verebilmek için kitaplara daha çok düştük. İşte bu neslin çocukları var şimdi. Yani, şimdiki çocuklara kitap yazan yazarlar, anneleri babaları (bir süredir para kazanmak ve taksit ödemek uçurumuna düşmüş olsalar da) bir dönemin yoğun okurlarının çocuklarına yazacak.
Televizyon?
Girdiği her ülkede televizyonun bir baş tacı olma dönemi var. Bu dönemde kitabın, gazetenin, sinemanın bittiğine inanılıyor, ama gerçekte öyle olmuyor. İlk başlardaki bu yapay tercih bir süre sonra yerli yerine oturuyor ve öteki medyalarla televizyonun birbirinin alternatifi olmadığı ortaya çıkıyor. Yayın hayatındaki çeşitlenmenin televizyon kanallarındaki çoğalmayla paralel gittiği gözlemlenirse bu konuda karamsar olmaya gerek olmadığı görülür.
Şimdiki Durum
Türkiye’nin nüfusu elli milyonun üstünde. Bunun yüzde otuz sekizi yani yaklaşık yirmi milyonu 0-14 yaş grubunda, yani çocuk. Biliyorsunuz beş yüz civarında yayınevi var Türkiye’de. Bunların yaklaşık elli kadarı çocuk kitabı da yayımlıyor veya yalnızca çocuk kitabı yayımlıyor. Bir önceki yıl (1992) bu yayınevlerinin bu yirmi milyon çocuğumuz için kaç çeşit yeni kitap yayımladığını biliyor musunuz? Çocuklar için kitap yayımlayan yayınevlerinden aynı yıl içinde yeni kitap çıkaran yayınevi sayısı yalnızca 15! Bu on beş yayınevinin çıkardığı yeni kitap sayısı ise 83 çeviri, 34 telif, çevirilerin hemen hemen tümünün klasiklerden oluştuğu düşünülürse, yayıncılık sektörünün 20 milyon çocuğa verebildiği yeni kitap sayısı 40 bile değil.
Türkiye’de artık kağıt kalitesi, baskı kalitesi, cilt vb. teknik ayrıntılar bir biçimde çözülebiliyor. Ama işte bu sözünü ettiğim durum çok acıklı. Biz yayımcılar eğer yirmi milyon çocuğa bir yılda yalnızca 40 yeni telif eseri yeterli görüyorsak, ya da başka bir açıdan, biz yayımcılar bir yıl içinde yalnızca bu kadar az sayıda yazara kitap yazdırabiliyorsak, edebiyatsız büyüyen çocuklarımız nasıl kitap okuyan yetişkinler olacak?
Bu kadar yayımcı ne mi yapıyor? Çeviri yapıyor. Çeviri de değil. Klasiklerin dizilerini yapan bir yayıncı aynen şöyle dedi: “Kendim niye uğraşayım? Aynı kitap birçok yayınevinden çıkmış. Alıyorum daktilomu, gidiyorum yazlığıma. Piyasada ne kadar çeviri varsa önüme açıyorum, hepsine baka baka yazıyorum.”
Sonuç? Bugün piyasada 19 ayrı Robenson baskısı bulunduğunu biliyor muydunuz? Yine aynı şekilde 19 Polyanna, 8 Kimsesiz Çocuk, 7 Tom Amcanın Kulubesi, 23 Tom Sawyer, 20 Pinokyo, 12 Alaeddin’in Sihirli Lambası, 13 Ali Baba ve Kırk Haramiler, 12 Alice, 10 Aya Yolculuk, 10 Balonla Beş Hafta, 8 Bambi, 10 Bremen Mızıkacıları, 10 Çirkin Ördek, 13 Çizmeli Kedi, 12 Çocuk Kalbi, 16 Define Adası… Örnekler çok. Telif eserlerde de ağırlık yeni olmayan, yani telif ücreti talep etmeyen yazarlarda; 9 Beyaz Lale, 14 Bomba, 10 Diyet, 18 Falaka… Bir de edebiyatsız kitaplar var: Cin Ali, Gül Ali , Şeker Ali, Bal Ali… Yine örnekler uzun.
Yazarsızlık?
Ama edebi eser yaratan yayımcılar tarafından keşfedilen, piyasaya sunulan yazar sayısı çok az. Yani yayımcılar çocuklara yeni şeyler söyleyen yazarları değil, hazır ve herkesin yaptığı dizileri yeğliyor çoğunlukla. Bu da yalnızca yeni yazarların yetişmesi yolunu kapamakla kalmıyor, hem yazarın, hem yayımcının geleceğini de ortadan kaldırıyor. Çünkü bugün yazdıklarına yayımcı bulamayan yazar kendini geliştirmiyor. Buna gerek duymuyor.
Kendini geliştirmeyen, yani okurun beklentilerini veremeyen bir yazar okunmuyor, kitabı satılmıyor, dolayısıyla yayımlanmıyor.
Yazarsızlık önümüzdeki yıllarda çocuk yayımcılarını çok zorlayacak. Çünkü artık çocuklarının kitapları konusunda bilinçli bir anne baba nesli ile karşı karşıyayız. Çocuklarımız da farklı. Onlar artık yazarın kendilerine hayatı öğretmesini istemiyorlar, çünkü bilgi alabilecekleri daha olanaklı kaynaklara sahipler. Onlar kendi iç dünyalarında yaşadıkları çalkantıları dile getirebilen, büyüme sürecinde, hayatla kurmaya çalıştıkları uyum arayışlarında kendilerini anlamalarını kolaylaştıracak modeller (ama dersler değil) istiyor.
Ne yazık ki, çocuk yazarlarımızın pek çoğu çocuk edebiyatı yazarı değil, iyi ders kitabı yazarıdır. Üzülerek söylüyorum, ama birçoğu daha henüz yabancı bir ülke görmemiştir. Yine birçoğu yabancı yayınları izleyecek düzeyde yabancı bir dil bilmez. Bütün bunlar edebiyatçı olmak için zorunlu mu? Hayır, değil ama günümüz çocuklarının okuyabileceği bir yazar olabilmek gerçekten engin bir dünya görüşü gerektiriyor.
Çocuklar dünyaya bir anlam vermek istiyor. Buna anlam veremeyen bir yazar yazdıklarıyla çocuklara, hele günümüz çocuklarına nasıl yardımcı olabilecek? Eğer bunu yapamıyorsa neden okunsun ki?…