Cağaloğlu’nda bir “deli”: Mustafa Delioğlu

Binbir Kitap Çocuk Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sayı:1 İstanbul, 1998; s. 24.

Çocukken ressam olmayı düşündüğümü babama söylediğimde, “Oğlum, bazıları zengin oluyor, ama çoğu aç!” demişti. Aradan kırk yıla yakın bir zaman geçti. Bu zaman boyunca hep ressamların, yazarların para ile ahbaplıklarının kalıcı olmadığını dinledim durdum. O zamanlar birisi bana deseydi: “Cağaloğlu’nda biri var, akşama kadar çocuk kitapları resimliyor, başka da bir şey yapmıyor.” Ne derdim? “Ola ki delidir!” 

Mustafa Delioğlu’nu kişi olarak tanımadan önce yaptıklarını sevmiştim. Sonra yıllarca Kırmızıfare’yi resimleyenlerin başında geldi. Sanatıyla, mesleğiyle var olmayı seçmiş bir insan olarak bir kenarda sessizce “kendi bahçesini süren” bu çok renkli (ama bu renklerini öyle kolay kolay herkese sergilemeyen) insanı tanıtmak istedim. Böyle bir tanıtma çabasının onu biraz ilkelerinin ötesine zorlamak anlamına geldiğini bile bile. Kendisinin veya adının değil, o insana mutluluk veren atölyesindeki mürekkep ve boya lekeleriyle kaplı masasında yaptıklarının görülmesini tercih eder o, biliyorum. Ama aramızda kalsın, konuşmayı sevmem diyen Mustafa’nın ne hoş dillendiğine ben tanık oldum. 

Binbir Kitap: Hani şarkıcılara sorarlar ya, ne zamandan beri şarkı söylüyorsunuz, diye. O da bebekken çok güzel ağlardım, diye yanıtlar. Ben de soruyorum: Ne zamandan beri çiziyorsun? 

Mustafa Delioğlu: Kendimi bildim bileli çiziyorum. 

BK: Kendini ne zaman bildin, 18 yaşında mı? 

MD: Hayır daha önce. Çok küçükken çizmeye başladım. Alfabenin, okuma kitabının resimlerine bakarak kopya etmeye çalışırdım. Onlar kadar güzel yapamadığım için kızıyordum. 

BK: Zaten o zamanki alfabe resimleri o kadar güzel değildi galiba? 

MD: Yok, Ramiz’in çizdiği, üzerinde Atatürk’le Ülkü’nün bulunduğu, iki renkli olan güzeldi. 

BK: Canlı Alfabe vardı, hani Avusturyalı ressamın yaptığı, ben onu beğenirdim. Resimleri pırıl pırıldı. 

MD: Ben de onu çok beğenirdim. 8-9 yaşlarında filandım. Onun renkleri çok hoşuma gitmişti. 

BK: Boyan var mıydı? 

MD: Yok canım, karakalem… 

BK: Peki, hani vardır ya, “Hiç unutmam çocukken dayım bana bir kutu boya getirdi, hayatım değişti…” gibi bir hikâyen var mı? 

MD: Yok canım, olmadı. İmkân yoktu zaten. Hem boya yoktu öyle bugünkü gibi. Hem de Erzincan’ın uzak bir köyü olduğu için böyle bir şey çok ekstra bir şey olurdu. 

BK: Çocuğun resim yapması… Ne gerek var değil mi? 

MD: Evet tabii, lüks. 

BK: Yani o karalamalarını filan görüp de “Sen ne güzel resim yapıyorsun!” diyen olmadı, öyle mi? 

MD: Resme çok meraklı olan bir öğretmenim vardı. İlkokulu bitirene kadar 2-3 öğretmen değişti. Bu meraklı olan öğretmenimin yıllar sonra haberini aldım. Benim yaptığım bir resim defterini hâlâ saklıyormuş. Yani bu olay on beş yıl önce. 

BK: Hâlâ saklıyor mu? 

MD: Bilmiyorum, Yaşıyor mu, onu da bilmiyorum. İşte o çok teşvik etti beni. İnsanın hoşuna gidiyor tabii. Neyse, yani sürekli çiziyordum. 

BK: Peki bu özelliğin arkadaşlarınla aranda bir fark yarattı mı? 

MD: Kesinlikle. 

BK: Lehte bir fark mı? 

MD: Tabii, yani biraz hayranlıkla baktıklarını hatırlıyorum. 

BK: Peki, arkadaşlarının resim ödevlerini yaptığın oldu mu? 

MD: Onu hatırlamıyorum, olabilir. 

BK: Yani şu söylenebilir: Senin merakın baştan beri tutarlı olarak resimdi. En çok izlemekten hoşlandığın ders resimdi. 

MD: Evet, kesinlikle resim. Çarşamba günleri resim dersi olurdu ve bu günler benim için çok özeldi. Zaten sürekli resim yapıyordum. En çok da Atatürk resimleri yapıp duruyordum, Kocatepe’de, İzmir’de, cephede… 

BK: Bütün bunlar hep Erzincan’da değil mi? Kaç yaşına kadar ordaydın? 

MD: 14. Sonra İstanbul’a geldim. 

BK: Peki, benim portremi yap, diyenler olur muydu? 

MD: Hayır ama askerde oldu. 

BK: Bu senin için bir avantaj mıydı? 

MD: Felaket! Askerde ressam olmak felaket bir avantajdı. Erzincan’daydım. 

BK: Askerliği kendi ilinde mi yaptın? 

MD: Evet. Şanstı. Aslında doğuluyu batıya gönderirler ama, bende öyle olmadı. 

BK: Ama tabii ne de olsa sonuç olarak doğuda askerlik yapmış oldun. 

MD: Evet. Hem Erzincan da olsa, gurbete gidiyormuşum gibi oldu çünkü 7-8 yıl İstanbul’da kaldıktan sonra oraya gittim. İşte orada kimi nişanlısının resmini yaptırır, kimi kardeşinin, daha çok nişanlılarınki. Tabii, bunun avantajları vardı, maddi olmasa da. Örneğin, adam mutfakta çalışıyorsa yemeğin iyisini yiyebiliyordum. 

BK: Eğitime çıkmıyorsun… 

MD: Tabii, ressam olduğum için kışlada bir sürü iş yapardım. Tabelalar fılan, ama eğitime çıkmadım. Selam vermeyi bile öğrenemedim. 

BK: Kaç ay yaptın? 

MD: 20 ay. Eğitimden sonra tanıdığım bir komutan bana torpil yapmış; Erzurum roket taburuna gönderdi. Orda da ressamlığım işe yaradı. Krokiler fılan. Nişanlı resimleri, komutanların çocuklarının ödevleri yine vardı tabii. 

BK: Sanatçıya itibar göstermişler ama, değil mi? 

MD: Askeriyede böyle bir şey vardı, evet. Düşün, o zaman pek iyi sayılmazdım. Gerçi ajansta çizgi film senaryolarına fon çalışmaları yapıyordum ama, deneyimsiz bir ressam sayılırdım. Bir gün askeriyede atletle çalışıyordum. Kendimce resim yapıyordum. Binbaşı girdi. Toparlanmak isteyince beni durdurdu. Sen ressamsın, devam et, dedi. Yani itibar vardı. 

BK: Eh, para olmasa da itibar var galiba. 

MD: Evet, galiba. 

BK: Peki, askerlik bitti. Sonra ne yaptın? 

MD: Daha öncesine dönersek, yani hayata atılma dönemine. Malum şimdi yoksulluk edebiyatı yapmayalım… Hayatımı kazanmak zorundaydım. Bir ara ağabeyimin kasap dükkânında çalıştım, bu beni pek açmadı. Hediyelik eşya yapan biriyle çalıştım. Ona gravürlerden, röprodüksiyonlardan kopya ettiğim küçük yağlıboya resimler yapardım. Tabela filan yazdım. 1968’e kadar bu böyle sürdü. Şimdi anımsadığım, müthiş bir okuma açlığımın olduğu. Yazılı olan her şeyi okurdum. Bu beni hep besledi. Okula gitmeden önce babam okumayı öğretmişti. Önce dinlediğim halk masallarımız, sonra kitaplar: Battal Gazi, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Karacaoğlan, Yunus Emre ve benzerleri. Ha bir de Kısas-ı Enbiyya. Hazırlayan: O. Duru. Yapı Kredi Yayınları. Küçük köy okulunun küçük kitaplığında dünya çocuk klasiklerinin bir kısmı vardı. Özellikle anımsadığım, Pinokyo’nun tam çevirisi. Uzun zaman Pinokyo ile dolaşıp durdum. Kitabı ile değil, kendisiyle. Daha sonra Türk yazarları Mahmut Esat, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Peyami Safa, Kerime Nadir, tarihi romanlar, Evliya Çelebi, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal ve diğer şimdi ismini sayamadığım yazar ve şairlerimiz. Ve derken işte müthiş keşfim Panait İstrati. Hani şimdi moda bir söz var: “Bir kitap okudum hayatım değişti.” İşte ben de İstrati’yi keşfettim, hayatım değişti. Onunla uzun yolculuklara çıktım. Tadı damağımda İstrati tiryakiliğimin. Tadı damağımda… Baragan’ın uzun düzlüklerinde dans eden, sonsuz insan dramının acı türküsünü söyleyen “Baragan’ın Devedikenleri”ni Can Yayınları’ndan desenleme şansını elde etmiştim. Sonra John Steinbeck tiryakiliğim. Cebimden eksik etmediğim Orhan Hançerlioğlu’nun “Düşünce Tarihi.” O kitaplar cebe sığardı, Varlık Yayınları’nın cep kitapları. J. London, Gorki, Tolstoy, Dostoyevski, tüm klasikler. Yani bugünkü gibi kitaplar… Kitaplar… Yazarlar… Yazarlar ve sanatçılar ki yeryüzünün gerçek yalvaçları… 

BK: Kaç yaşındaydın? Doğumun kaçtı? 

MD: 1946, ama kafa kâğıdıma göre 20. Köyden nüfus memurluğuna haber gidene kadar 3 yıl geçmiş. 

BK: Demek ki 19. Zaten o sırada askere gittin. 

MD: Bu arada bir eğreti sergi de açtım. 1967’de Beyoğlu Galerisi’nde, şimdi yok. Hatta bir ressam vardı, Ali Demir. O çok teşvik etti. Sokakta sergi açıyordu ama akademik çevre onu sokakta sergi açıyor diye beğenmiyordu. Benim gibi yap, diyordu, ama ben gelirim olmasını istiyordum. O buna karşıydı. Ressam ol, diyordu, bense maaş istiyordum. Bir reklam şirketine girdim. Ankara Reklam. Orda başladım. Çizgi-film fonları. Güzel bir işti. Amatör ruhla çalışıyorum. O ressam beni kınadı. Halt ettin, dedi. Aslında biraz haklıydı, ressam olamadım. Çünkü resim yapamıyorum. İllüstrasyon vaktimi alıyor. İllüstrasyonu küçümsediğimden değil, memnunum. Sonra askere gidip geldim ve aynı ajansa girdim. 1975’e kadar sürdü. Bu arada Cağaloğlu’nda kapak yapmaya başladım. Kafamda bu vardı. 

BK: İlk hangi yayınevi? 

MD: Oluş Yayınevi vardı o zaman. İlk kapağı ona yaptım. 

BK: Duruyor mu o kapak? 

MD: Hayır, orijinali yok. Sonra beni en çok tanıtan, Ostrovski’nin Fırtına Çocukları için yaptığım kapak oldu. Çok beğenildi. 

BK: Bu kapak sana başka kapılar mı açtı? 

MD: Evet. Oda Yayınları ile tanıştım. Onlara çok kapak yaptım. O zamanlar kapak yaptırmak daha yaygındı. Şimdi başka yollar öğrendi herkes. Renoir’ı alıp kullanıveriyor. Ressama ne gerek var? 

BK: Şimdi Can Yayınları yapıyor. 

MD: Zaten ondan öğrendi herkes bu işi, Erdal Öz’den öğrendi. Söz buraya gelmişken, Erdal Öz’ün çocuk kitaplarına girmesiyle bize çok iş çıkmıştı. Arkadaş Yayınları… 

BK: Yani Cem Yayınevi’nin Arkadaş Kitaplar dizisi… 

MD: Evet. Truman Capote’un Para Dolu Damacana’sını resimledim. Çok güzel bir öyküydü. Dükkânın tezgâhı üzerinde, damacanadaki parayı kim gözleriyle doğru sayarsa ödül olarak para dolu damacanayı alacaktı. Öykü de güzel olunca keyifle resimlemiştim ama sonra yayınevlerinde çocuk kitabı furyası başladı. Metinleri beğenmemeye başladım. Hepsi birbirine benziyordu. 

BK: Metni beğenmemek nasıl bir etki yapıyor? 

MD: Resimlemek içimden gelmiyor. Güzel de olmuyor. 

BK: Aslında bu pek profesyonelce değil, sanatçı tutumu, değil mi? 

MD: Bence doğrusu bu ama ne yazık ki para kazanmak için yapıyorsun. Aslında işin güzel yanı reddedebilmek, ben bu işi sevmedim, resimleyemem, diyebilmek. Ama ekmek parası… 

BK: Belki belli bir noktadan sonra reddetme şansın artmıştır. 

MD: Evet, ama metni seversen kalem, kâğıdın üzerinde kayıyor. 

BK: Bir gün buraya geldiğimde güzel bir resim yapıyordun. Çok beğenmiştim, nefisti. Ama sen onu beğenmiyordun ve atacağını söyledin. Ben duvarıma asabilirdim, öyle güzeldi ki. 

MD: Bak, şu masamdaki resmi dördüncü kez yapıyorum. Benim içime sinmedi. İstediğim o değil. İllüstrasyon olmasına rağmen mutlaka resim tadı olmalı. 

BK: Bu ne demek? İllüstrasyon resim değil mi zaten? Niye ayırıyorsun? 

MD: İllüstrasyonun resimsel tadı olmayabilir. Örneğin bir fotoğrafa bakarak aynısını yaparsın ama resim değil illüstrasyon olur, yani aynısı olur, resim tadı olmaz. Diyelim suyu resimledim. Ben suyu görmeni değil, hissetmeni isterim. Yani suyu aynen göstermeye çalışmak yerine hissettirmek isterim. Suya benzemeyebilir ama suyu sana hissettirir. 

BK: Sen kendin beğenmezsen resim olmamış oluyor. Ama şöyle bir çelişki var: O beğenmediğin resmi beğenmek zorunda değilsin aslında. Hangi yayınevine götürsen onu beğenir. Yani dört kere yapmadan da kabul edilebilirsin. 

MD: Bu aslında psikolojik bir tavır. O resmi beğenmezsem, katli vaciptir diyorum. 

BK: Ne yapıyorsun? 

MD: Çöpe atıyorum. 

BK: Senin çöp kutunu karıştırmalı öyleyse. 

MD: Geçen bir arkadaş yaptı onu; buruşmuş kâğıdı aldı düzeltip götürdü. Altına imzamı da istedi ama atmadım. İmzalayacak olsam çöpe atmazdım zaten, dedim. Dedim ya psikolojik bir tavır; hemen yok etmek istiyorum. 

BK: Yenisini yapmaya kendini mahkum etmek istiyorsun. 

MD: Beğenmediğim resmi katletmekten zalimce bir zevk alıyorum.

BK: Burayı ne zaman açtın? 

MD: 1975’te Cağaloğlu’na geldim. Grafık işler de yapıyordum o zamanlar. İllüstrasyon azdı. Sevimsiz işler; logolar filan. Ama aklım illüstrasyondaydı. 

BK: Şimdi başardın. 

MD: Evet, şimdi daha iyi şeyler yapmak istiyorum. 

BK: Kitap? 

MD: Evet, ama kaliteli. 

BK: 22 sene Cağaloğlu. Bu süre içinde seni en çok zorlayan şey ne oldu? 

MD: En çok basiretsiz, kitap okumayan yayımcılar beni zorladı. Görüşleri sınırlı, belli bir illüstrasyon tarzını aşamayan, yeniliklere açık olmayan, sadece satış düşünen. Bir de yayımcılarda şu var: Falancanınki satıyor, biz de aynısını yapalım, bizimki de satsın. 

BK: Hazır formüller yani. 

MD: Evet, hazır formüller. 

BK: Bu seni rahatsız ediyor, çünkü… 

MD: Çok rahatsız ediyor. 

BK: Çünkü, sana şunu mu diyorlar: Şu renkleri kullan, filan? 

MD: Örneğin, canlı renkler kullan, diyor. Bir iş canlı renkler gerektiriyorsa kullanılır tabii, çok da güzel işler çıkabilir, ama pastel renklerle de çok güzel bir illüstrasyon olabilir. Ama pastel renkler kullanılmış bir resim onlar için güzel değil. Canlı renklerle yapılmış kötü bir illüstrasyon güzel onlar için. 

BK: 22 sene boyunca mutlaka bir gelişme olmuştur. Nereye doğru gidiyor? 

MD: Olumluya. Giderek özgürleştim. Biraz tanındığım için artık reddedebiliyorum. 

BK: Bu, senin fırçanla ve kaleminle elde ettiğin bir özgürlük. Bir şey daha var: İnsanların bilgisayarı yanlış algılamalarından kaynaklanan bir şey. Sanki resmi artık bilgisayar yapıyormuş gibi. Sanki sanatçıya gerek kalmamış gibi. Oysa o da sonuçta insanın kullandığı bir alet, fırça gibi, kalem gibi. 

MD: Tabii, örneğin bir kitap var. Bilgisayarda boyamış, Renkler net, temiz. Orda bir yararı var, ama ruh yok, hacim yok, düz renkler. 

BK: Ama bu çözülebilir. Program geliştirilebilir, ama sanatı yapan yine de insan. 

MD: Tabii, ressamsa iyi iş çıkarır, değilse çıkaramaz. Ne kullanırsa kullansın. Ama yanlış anladılar. Hatta bir yayımcı bunu bana söyledi: “Bilgisayar aldık, bütün işleri o yapacak, sana artık ekmek yok.” Başka bir yayıncı da bir CD almış, içinde işte bilmem kaç bin tane hazır çizilmiş resim varmış. Diyor ki, bundan sonra ressam kullanmayacağız. İşte diyelim ki öyküde eşek resmi gerekiyor. Hemen CD’den eşek resmini alıp kullanacaklarmış. 

BK: Şu söylenebilir: Demek ki, bundan sonraki bütün eşekli öykülerdeki eşekler aynı olacak. 

MD: Evet aynen. Herhalde öyle olacak. 

BK: Aslında zerdüz palan ursan eşek yine eşektir… değil mi? 

MD: Yayımcılar öyle işte… Ama bazı yayımcıları ayırıyorum. 

BK: Tabii… İyi eşekler var. 

MD: Ama onlar da eşek sonuçta… 

BK: Evet, işin şakası bir yana, aslında hikâye yine aynı. Bir zamanlar insanlar kalemle yazıyordu. Sonra daktilo makinesini kullanmaya başladılar. Ama yazılan şeyin özü değişti mi? Romancının yazdığı roman değişti mi? Değişmedi. Yazan yine insan, makineler birer araç sadece. Bilgisayar da öyle. Peki bunca yıl bu alanda çalıştın. Yaşadığın unutulmaz bir anı… 

MD: Bir gün bir telefon aldım. Tanımadığım bir adam. Yaşlıca. Cağaloğlu’na gelmiş. Ama adresim telefonum yok. Beni arıyor. Önüne gelene soruyor. Rastlantıyla beni tanıyan biriyle karşılaşıp telefonumu öğreniyor ve beni arıyor. Yaşlıyım, bulamam, gel beni filanca yerden al, dedi. Gittim buldum. Birlikte atölyeme geldik. İstediği şu: Hz. Muhammed’in hayatını resimletmek istiyor. Bu daha önce yapılmış bir şey ama hepsinde yüzü kamufle edilmiştir. Gösterilmez. Bu adamın istediği açık açık resimlenmesi. Elinde de bir takım kâğıtlar var. Hz. Muhammed’in yüzünün gerçek tasviri olduğunu iddia ediyor, o tasvire göre çizilmesini istiyor. Yapamam, dedim. Israrlı. Resimlerin o şekilde çizilmesini özellikle istiyor. Uzun süre olurdu olmazdı derken zaten o sıralar elim dolu olduğu için konuyu sonraya bıraktım. Gitti. Aradan birkaç ay geçti. Ben adamı unuttum bile. Bir gün bir polis geldi kapıma. Koluma girip, karakola gidiyoruz, dedi. Aldı mı beni bir korku. Soruyorum, polis karakolda öğrenirsin, diyor. Aklımdan bin türlü şey geçiyor yine de bir anlam veremiyorum. Adam ise aklıma bile gelmiyor. Komiser bana bir isim söylüyor. Tanıyor muyum, diye soruyor. Önce tanımıyorum, sonra hatırlıyorum: O adam. Benim telefonumu kaybetmiş, adresim de yok. Karakola başvurmuş. Beni bulsunlar diye. Bir mektup ve içinde bir miktar para. Resimleri yapmaya başlamamı istiyor. O gün yaka paça karakola götürülürken ne kadar korktuğumu anlatamam. 

BK: Sonra? 

MD: Sonra adama bu işi yapamayacağımı anlattım, parasını da geri yolladım. Bir daha da ses çıkmadı. 

BK: Bundan sonrası için ne düşünüyorsun? Aynı şekilde devam mı? Başka bir şey mi? Yani en çok yapmak istediğin şey ne olabilir? 

MD: En çok arzu ettiğim şey çok entellektüel yayımcılarla çalışmak, ama parası olan yayımcılarla tabii. 

BK: Parasız entellektüeller olsa? 

MD: Orası kolay. Yani şakası bir tarafa, kaliteden anlayan insanlarla çalışmak istiyorum. Sağlıklı düşünebilen. Anlayabilen. Söylediklerime, tercihlerime saygı duyan.